Bir kez daha en başa dönmesek
Geçtiğimiz haftalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hatay’da yaptığı seçim konuşmasında söyledikleri şöyle bir tartışılıp unutuldu. “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı” demişti Erdoğan.
Bu sözlerin manası “Bizim partinin adaylarına oy vermezseniz hükümetten hizmet alamazsınız” şeklinde anlaşıldı. Başka türlü anlaşılmasına da imkan yoktu zaten.
Aslına bakarsanız, mevcut uygulama da bu yönde maalesef. Gerçi kürsülerde “Biz 85 milyonun hükümetiyiz” diye konuşuluyor ama özellikle belediyeler konusunda uygulanan ayrımcılık herkesin bildiği bir gerçek.
Devlet imkanlarının -yani hepimizin hakkının- siyasi parti çıkarı için tepe tepe kullanılması da bizdeki siyasetin etik ilke bilmeyen ve kul hakkı tanımayan karakterinin tezahürlerinden biri. Özellikle seçim zamanlarında devlet kurumları açık açık iktidardaki siyasi parti adına kampanya yürütüyorlar. Yalnızca bugünden mi bahsediyoruz? Eskiden yok muydu bu çeşit siyasi suistimaller? Hep vardı ama son dönemde bu iş adeta “devlet-parti bütünleşmesi” şeklini aldı. Nitekim hükümete yönelik itirazlar bugün neredeyse devlet aleyhtarlığı olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla iktidar partisine oy vermemek bile masum bir tutum gibi görülmüyor. Geçen yüzyıl boyunca örneklerini çokça gördüğümüz, bugün ise sayıları azalmış bulunan “parti devleti” modellerinden aşinayız bu bakış açısına.
Oysa vatandaşların oyunu alarak iktidar mevkiine gelmiş olan bir siyasi kadronun kendisine oy vermeyenleri düşmanları gibi görmesi modern olmayan bir tepki biçimi. Temsili demokrasinin söz konusu olmadığı zamanların iktidar kavgaları içinde anlaşılır sayılabilecek bir tepki.
Öyle anlaşılıyor ki toplumun bir kesiminin seçimde kendisini tercih etmemiş olmasını egemenliğinin meşruiyetini tanımamak olarak gören bir yaklaşım var burada. Egemenliğin millete ait olmadığı zamanların iktidar anlayışı bu.
Yani, “Oy vermeyene hizmet vermem” diyen siyasetçinin tutumu günümüzün değil geçmişin hem de çok uzak geçmişin devlet felsefesine dayanıyor.
***
Siyasi güç sahipleriyle ahali (yani yönetenle yönetilen) arasındaki ilişki karşılıklı alışveriş üzerine kuruludur.
Devlet adı verilen organizasyonun ortaya çıktığı en eski zamanlardan beri yönetilenin vazifesi yönetime vergi ve asker vermek, bunların karşılığı olarak yönetenin vazifesi de halkın güvenliğini sağlamaktır.
Siyaset felsefecileri ve siyaset bilimcileri bu ilişkiye sosyal mukavele (toplumsal sözleşme) adını veriyorlar.
Bu kavram önceleri (mesela Hobbes’da) halkın bir egemen ile yaptığı karşılıklı anlaşma olarak düşünülürken bilahare (mesela Rousseau’da) siyasi ve hukuki düzenin tesisi ve işleyişi konusunda eşit yurttaşlar arasındaki uzlaşma şeklinde anlaşılır oldu. Burada artık egemenlik milletindir.
Nitekim modern ulus devletlerde siyasi egemenliğin meşruiyeti eşit vatandaşların rızasına ve uzlaşmasına dayanır. Rıza ve uzlaşma ise “ortak çıkarlar” ve “kamu yararı” doğrultusunda oluşur. (Rousseau buna toplumun genel iradesi diyordu.)
On dokuzuncu asırdan itibaren modern ulus devletlerde temsilî demokrasi kökleşirken bir aileyi veya bir zümreyi devletin/ülkenin sahibi olarak görme anlayışı tarihe karışıp tamamen kayboldu. En azından Avrupa’daki burjuva dünya görüşünün baskın olduğu toplumlarda devletin/ülkenin ortak sahibi vatandaşlardır artık.
Türkiye’de millet egemenliği fikri Yeni Osmanlılar hareketine kadar uzanan bir geçmişe sahip. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi aydınlar hem modern manada bir millet anlayışını hem de hürriyet, temsil gibi kavramları ilk defa bir yönetim modeli önerisi çerçevesinde gündeme getirmişlerdir. İlki başarısız, ikincisi başarılı olan Meşrutiyet denemeleri ve Cumhuriyet devrinin demokratikleşme girişimleri hep bu ilk adımın bıraktığı izler üzerinde şekillendi.
***
Gelgelelim son on yıldır millet hakimiyeti kavramı iki önemli aşınmaya ve hatta bu anlamda tehdide maruz kaldı.
İlki, milletin bir kısmının (“asıl millet”in) milletin diğer kısmından (“yozlaşmış ve yabancılaşmış unsurlar”dan) daha fazla egemenlik hakkına sahip olduğu şeklindeki popülist kabulün yaygınlaşması.
İkincisi, “Hakimiyet milletindir” anlayışına “Hakimiyet Allah’ındır” diyerek din adına itiraz eden nevzuhur ve soyut bir demokrasi karşıtlığının söz konusu popülist millet anlayışına zemin yapılmak istenmesi.
Bu anlayış siyasi iktidara da kendisine oy vermeyene hizmet vermeme hakkına sahip olduğu vehmi veriyor. Oysa burada anlaşılmayan veya anlaşılmak istenmeyen husus şu: Bugünkü demokratik düzende siyasi iktidar toplumsal rızayı milletin yüzde elli artı birinin oyuyla değil, milletin tamamının tarafı olduğu anayasal sözleşmenin gereği olarak kazanmaktadır. Bu sözleşmeye göre seçime birden fazla aday girebilecek, halktan belirli oranda oy alabilenler seçilmiş olacak ve bunlar halkın tamamına hizmet edeceklerdir.
Geçmişte egemenin siyasi meşruiyetini kabul etmeye yanaşmayanların kılıç yoluyla rızası alınırdı. Çünkü bir ülkede egemenliğin tesisinin gereği buydu.
Milletin egemen kabul edildiği düzende ise yönetenlere muhalif olmak, oy vermemek iktidarın meşruiyetini tanımamak değildir, oy vermeyenler savaşılması gereken düşmanlar değildir. İki ayrı devlet kurumu olan hükümet ile belediye de rakip güçler değildir.
Millet egemenliği, demokrasi, anayasal yönetim, hukuk ve temsil gibi kavramların bunca zaman sonra yeniden tartışma konusu olması kaygı verici.
Bir kere daha en başa dönmeyelim…