Amerika dost mu düşman mı

Yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır… Yaklaşık yirmi yıl önce, yani AK Parti iktidarının ilk döneminde, best seller olan bir kitap ortalığı kasıp kavurmuştu. Bush yönetiminin Irak’a saldırısının bütün dünyada öfke uyandırdığı bir sırada yayınlanan Metal Fırtına isimli roman ABD’nin bu sefer Türkiye’yi işgal etme girişimini anlatıyordu. Arka kapağında “Amerikalıların niyeti Türkiye’deki zengin bor minerallerini ele geçirmektir. Bunun için her şeyi göze almışlardır” diye özetleniyordu Politik Kurgu olarak adlandırılan kitabın konusu.

O dönemde yüzbinlerce baskısı yapılan bu ilginç eserin edebi değeri hakkında bir şey söyleyemem, ancak edebiyat sosyolojisi çalışmaları için son derece verimli bir örnek oluşturuyor bence kitabın gördüğü ilgi. (Çünkü edebiyat sosyolojisi edebiyattan çok sosyolojidir.)

Metal Fırtına romanından bir süre sonra ise benzer etkiyi çok daha geniş ölçekte gösteren bir TV dizisiyle tanıştık. Kurtlar Vadisi adını taşıyan bu dizide de “Derin devlet, üst akıl, bor madeni” gibi konular işleniyordu. Türk televizyon tarihinde rekor teşkil eden bir izleyici sayısını yakalamıştı bu dizi.

Ardından da Fethullahçıların kanallarında Türkiye’yi bölüp parçalamak için planlar yapan karanlık yapıların ve bunların devlete sızmış uzantılarının boy gösterdiği birtakım diziler sökün etti. Daha yakın zamanlarda ise Osmanlı devletinin kuruluş dönemini esas alan Ertuğrul dizisinde “Dünyayı yöneten beş aile, derin devlet, karanlık konsey, Lozan’ın gizli maddeleri” gibi izleklerin 13. yüzyıl versiyonları yer alıyordu.

Türk toplumunun böylesi konulara yönelik olağanüstü ilgisi ve merakı meçhul bir konu değil. Bir ikinci husus da Metal Fırtına romanında ve buna mümasil diğer yayınlarda işlendiği şekilde “ABD’nin Türkiye’ye yönelik gizli niyetleri” meselesi. Haddizatında bu Amerikan karşıtlığı cereyanı bizde 1960’lardan bu yana yavaş yavaş büyüyüp gelişti. Önce sosyalist grupların, sonra sırasıyla İslamcıların, ulusalcıların ve milliyetçilerin benimsediği “Anti Amerikan tutum” bugün artık Türk toplumunun baskın özeliklerinden biri haline gelmiş bulunuyor. (Sebepleri ayrı bir konu…)

Çelişki şu ki ortak tehditler ve ortak çıkarlar dolayısıyla ABD ile ortak güvenlik sistemi içinde yer alıyoruz ve ayrıca tarihsel olarak Batı dünyası içinde bir gelecek hedefimiz var. Ancak toplumun ezici çoğunluğu ve aydın zümre ABD karşıtı duygu ve düşüncelere sahip. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi…

Bu bakımdan önceki hafta sınır ötesindeki terör mevzilerine yönelik askeri harekatın iktidarı destekleyen medyada “Amerika’nın adamlarını vuruyoruz” diye duyurulması fazla şaşırtıcı değildi. Açıkçası, toplumun nabzına uygun bir yaklaşımdı. Keza İstiklal caddesindeki kanlı terör saldırısının ardından İçişleri Bakanı “ABD’nin taziyesini kabul etmeyeceğiz” demişti. Gerçi Cumhurbaşkanı bunun aksini yaptı ama yine de Türkiye’nin en yakın müttefikinin “hükümet düzeyinde” bu şekilde alenen suçlanması alışılmış bir durum değil. Toplumdaki malum anti Amerikan atmosfere rağmen bunun yönetim katında ve iktidar medyasında bu kadar açıktan dile getirilir hale gelmesi yeni bir durum.

Mamafih ülkemiz tam da çok önemli bir seçimin sathımâiline girmişken meydana gelen terör saldırısından dolayı Washington’u suçlamak temelsiz bir yaklaşım sayılmaz toplum nezdinde. Bilindiği üzere, İstiklal saldırısını gerçekleştiren teröristin YPG ile bağlantılı olduğu, talimatı Kobani’den aldığı açıklandı. PKK’nın Suriye kolu olan YPG bir süredir sınırımızın yanı başındaki topraklar üzerinde ABD desteğiyle faaliyet gösteriyor. Amerikalılar bu işbirliğinin gerekçesini IŞİD’le mücadele olarak açıklıyorlar ve hatta sitemkâr ifadelerle “Türkiye bize yardımcı olmadığı için Kürt milislere bu mücadelede destek verdik” diyorlar. Bu arada PYD’nin PKK’dan ayrı bir örgüt olduğunu ileri sürüyorlar ve Türkiye’nin bütünlüğünün kendileri için vaz geçilmez olduğunu söyleme gereği duyuyorlar. Ama ne olursa olsun iki müttefik ülke arasında yaşanan böylesi bir ihtilaf ne dostluk kavramıyla ne de ittifak nosyonuyla bağdaşır görünmüyor bize. Zaten Washington’daki bazı mahfillerde “Kürtlere bir devlet kurdurma” fikrini ikide bir gündeme getiren aklı evveller hiç eksik olmaz. Onun için Türkiye’nin bölgedeki söz konusu işbirliğinden rahatsızlık ve endişe duyması gayet normal. Bu rahatsızlığın mevcut hükümete mahsus bir yaklaşım olmadığını, Türkiye’de hangi siyasi kadro iktidara gelirse gelsin, aynı pozisyonda yer alacağını herkes biliyor.

Ancak, bugünkü hükümetin görmezden geldiği bir husus olarak, YPG yalnızca ABD himayesinde faaliyet gösteriyor değil. PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmeyen, Moskova’da temsilcilik ofisi açtıran Rusya milli bütünlüğümüzün veya sınır güvenliğimizin teminatı sayılmaz herhalde.

Zaten bizim Batı güvenlik ittifakında yer alma tercihimiz İkinci Dünya Savaşı sonrasında Rusya’ya bağlı bir “Türkiye Sovyet Cumhuriyeti” haline gelmemek içindi.

Diğer yandan, Türkiye uzun Soğuk Savaş yılları boyunca batılı müttefikleriyle -Kıbrıs, Ege, haşhaş gibi konularda- birçok anlaşmazlık yaşadıysa da söz konusu ittifak bloku dışında yer alma ihtimalini aklına getirmedi. Bizim oradaki varlığımız karşılıklı ihtiyaçların ve ortak çıkarların gereğiydi. Çünkü ülkeler arasındaki ittifak ilişkileri dostluk veya kardeşlik ilişkisi demek değil. Belirli ortak çıkarlara yönelik olarak karşılıklı işbirliği ve dayanışma demek. Duygusal değil rasyonel bir ilişki.

Bu ilişkinin her alanı kapsaması da gerekmiyor. Belirli alanlarda iş birliği içinde olup başka bazı alanlarda rekabet içinde olmak mümkün. Mesela Avrupa ülkeleri de ABD ile her alanda ve her konuda beraber değiller.

Keza Türkiye 2000’li yıllarda hem ABD ile hem AB ülkeleriyle hem de Ortadoğu’daki Arap ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olması sayesinde çoklu işbirliği ve rekabeti bir arada yürütebildi. Zira bazı konularda ABD’ye karşı Avrupa ile, bazı konularda ise Avrupa’ya karşı Amerikalılarla işbirliği yapabilme imkanına sahipti. Bu çoklu işbirliği ve rekabet ortamı adı geçen tarafların hep birlikte aynı güvenlik bloku içinde yer almalarına mâni olmadığı gibi, destek ve dayanışmayı blok dışında arama ihtiyacı da duyurmuyordu. Bunun yanısıra Türkiye’nin hem eski Sovyet dünyasındaki ve Balkanlardaki akraba toplumlarla hem de İslam alemiyle iyi ilişkilere sahip olması Batı bloku içindeki gücünü ve saygınlığını arttırıyordu. Aynı şekilde Batı dünyasındaki rolü de bölge ülkeleri nezdindeki itibarının en önemli kaynağıydı.

2010’lu yıllardan itibaren bu dengeler değişmeye başladı. Yavaş yavaş her cephede dost(luk)lar azaldı, düşman(lık)lar arttı. Bu değişimde o tarihlerde çok büyük hızla değişen konjonktürün de payı vardı elbette ama birtakım ideolojik takıntılar yüzünden ayağını yorganına göre uzatmaktan imtina edilmesinin payı daha büyüktü. Ancak vahim sonuçları bugüne kadar büyüyerek gelen en büyük günah dış politikanın iç politikaya meze yapılmasıydı. Uluslararası sahadaki bazı ihtilafların seçim mitinglerinde vatandaşı coşturmak için kullanılmasıydı.

Şimdi ne Avrupa ile ne de Amerika ile karşılıklı oturup ikili konuları müzakere edebileceğimiz bir zemin var. Ortadoğu’daki ülkelerle bugünlerde düzeltmeye uğraştığımız ilişkiler ise maalesef “eşitler arası” bir mahiyet bile vaat etmiyor.

Sonuç olarak, elde var hamaset!

YORUMLAR (109)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
109 Yorum