AK Parti başörtüsü sınavında!
Başörtüsü meselesi kapanmış bir yara mıydı? Evet, kuşkusuz. Devlet ile millet arasında duvar örme heveslisi bir zümrenin kendisini milli iradenin de üstünde konumlandırarak ortaya çıkardığı bu sorunun ve yol açtığı acıların bugünkü Türkiye’de karşılık bulması artık mümkün değil.
12 Eylül rejiminin başımıza sardığı, Özal zamanında “siyasi iktidarın laikliğe bağlılığını sınama” küstahlığı olarak sahneye sürülen bu akıl ve vicdan dışı yasak yirmi yıllık AK Parti iktidarının ilk döneminde de siyasi kutuplaşmanın aracı yapılmak istendi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül başta olmak üzere önde gelen AK Partili siyasetçiler “eşleri üzerinden” bu manasız çekişmenin mağduru oldular. Belki bu mağduriyet hiç hesaplanmamış bir siyasi kazanca da dönüştü. Ancak o dönemde siyasi iktidar sorumlu davrandı, toplumu kutuplaştırıcı tutumlardan kaçındı. (Kutuplaşmanın “oy konsolidasyonu” için kullanılabilecek yararlı bir enstrüman olduğunu henüz keşfetmemişlerdi!)
Nitekim 2007’den itibaren kamudaki başörtüsü yasağının kaldırılması yolunda halktan çok geniş destek aldığı halde hızlı adımlar atmadı AK Parti hükümetleri. Adım adım ilerlemeyi tercih etti. Söylemek gerekir ki başarıyla geçti bu sınavı. Zaten Türk toplumunun ezici çoğunluğunun zihninde ve vicdanında yeri ve karşılığı bulunmayan ayıp tarihe karıştı.
Son yıllara kadar başörtüsü meselesi kapanmış bir yaraydı artık. Ne var ki “tek kişilik yönetim”e yönelişin doğurduğu sancılar o yaranın yeniden açılmasını gerektirdi. İktidar partisinin son on yılında ilk on yılın kredisi kullanılarak tesis edilen otokratik yönetim her şeyi ters yüz etti.
2017 referandumuna gidilirken bundan sonra kurumların daha hızlı çalışacağını, bürokrasinin azalacağını, ekonominin şahlanacağını vs. vs. ileri sürmüşlerdi, hatta “16 Nisan’dan sonra dünyanın onuncu büyük ekonomisi olacağız” demişlerdi. Ne yazık ki kişiye özel hazırlanan ve devlette kurumların yerini şahıslara veren bu model değişikliğinin sonucu vaat edilenlerin tam tersi oldu.
Bugün hiçbir denetleyici güç yok karşısında. Ne meclis ne yargı ne de medya. Buna rağmen ülke kötü yönetiliyor, sorunlar çözülemiyor, hatta boyuna yeni yeni sorunlar üretiliyor. Devlette denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldıran, kuvvetler ayrılığı prensibine son veren, iktidarı kişiselleştiren, meclisi göstermelik hale getiren bu yönetim modelinin geçen sürede ortaya çıkardığı tablo, ülkede artık bir iktidar değişimi vaktinin geldiğinin de habercisi.
Bu noktada Cumhur koalisyonunun elinde fazlaca seçenek bulunmuyor. Mevcut yönetim modelinin ürettiği sorunları bu yönetim modeli içinde çözme imkânı ve kabiliyeti yok. “Mecburen” insanları hamasetle coşturup dini ve milli hassasiyetlerini uyararak seçmen tabanının yerinde tutmaya çalışıyorlar. Seçmen tabanını yerli yerinde tutmak için kullanıma sokulan argümanlardan biri de “Biz gidersek başörtüsü yasağı geri gelir” propagandasıydı…
Buna karşılık CHP lideri Kılıçdaroğlu, ortaya atıldı, “Madem öyle, yasal bir güvenceye kavuşturalım bu meseleyi” diyerek kanun teklifi verdi Meclis’e. İlginç bir tablo oluşmuştu. Bir zamanlar başörtüsü mücadelesinde yasakçı safta yer alan CHP şimdi “Başörtüsü serbestliği yasal güvence altına alınsın” diye kanun teklifi veriyor; başörtüsü davasının zemini üzerinde tabanını tahkim etmiş olan AK Parti ise “Ne gerek var buna” diyerek söz konusu düzenleme talebine karşı çıkıyordu.
Ancak iktidar partisi bu yaklaşımını da sonraki günlerde değiştirdi. Tabiri caizse el yükseltti; “Yasa değişikliği yetmez, anayasayı değiştirelim” önerisini gündeme getirdi. “Kılıçdaroğlu bana gollük pas verdi” diye konuştu Erdoğan.
Anlaşıldığı kadarıyla akıllarında başörtüsü konusunu referanduma götürmek var en başından beri. Yani önümüzdeki seçimde iki ayrı sandık kurulması, iktidar partisinin seçim propagandasının “başörtüsü için oy” çağrısıyla iç içe yürütülmesi amaçlanıyor.
Yalnız, işin teknik tarafında zorluklar var. Bir anayasa değişikliği teklifi TBMM’de 400’ün üzerinde oy alırsa kabul edilmiş oluyor, 360’ın altında oy alırsa gündemden çıkıyor. 360 ile 400 arasında evet oyu verilmişse bu durumda referanduma gidiliyor. Ama teklif 400 oyla kabul edilse bile Cumhurbaşkanı tarafından yine halk oyuna götürülebiliyor.
Muhalefet oylamalara katılmasa teklif geçersiz olacak ve gündemden kalkacak. Ama bu durumda seçim mitinglerinde “Bunlar Meclis’te başörtüsüne oy vermediler” diye suçlanacaklar. Kabul oyu verseler de meselenin yine referanduma götürülmesi ve iktidarın seçim propagandasının parçasına dönüştürülmesi ihtimali var. Bu yüzden muhalefetin iki isteği var iktidar blokundan: Bir, Meclise sunulan teklifte temel haklar konusunu gözeten birkaç küçük düzeltme yapılması. İki, anayasa değişikliğinin Meclis’te kabul edilse bile “yine de” referanduma götürülmeyeceğine dair Erdoğan’ın söz vermesi.
Akıl ve mantık, iktidar cephesinin bu taleplere evet demesini gerektirir. Çünkü aksi bir tutum “Mesele başörtüsü değil miydi” sorusunu doğurur zihinlerde.
Millet neyin ne olduğunun farkında… Muhalefetin olumlu ve iyi niyetli yaklaşımına rağmen “referandum ısrarı” ters tepebilir. Erdoğan’ın jargonuyla konuşursak, AK Parti kendi sahasında “gol” yiyebilir bu defa.