İnsan ve korkuları
Kararlı, kendinden emin, köşeli kişisel anayasaları olan insanlar vardır. Hayatın neredeyse bütün halleri üzerine uzun uzadıya düşünmüş; “doğru” tutumun ne olduğunu çözmüş; iç dünyasını bocalamalara kapatmış insanlar.
Ben hiç böyle olamadım. Kuşkusuz bazı “ilkesel” kabullerim var; yani, ben de pek “boş” değilim! Fakat aklımın çelişkilerle çekiştirilmesine; duygularımın salınımına engel olmakta zorlanırım genellikle. Bu, yaşla başla aşılacak bir şey gibi de gözükmüyor. Yapı taşım böyle anlaşılan.
En dinlemez göründüğüm, herkesi susturup hep konuştuğum “tartışmalarda” – ki, küçük masa buluşmalarında sahne genellikle böyledir- ta içimde bir yerlerde tuhaf bir kulak vardır. Duyar, biriktirir, sonra yalnız kalınca bana aktarır. Genellikle konuşurken değil, yalnızken düşünürüm. Bir de okurken ve yazarken.
Böyle insanlar etkilenmelere açık olurlar. Ben de sanıldığının aksine öyleyim.
***
Peki, bu iyi bir şey mi?
İş söze geldiğinde büyük çoğunluk bunun bir erdem olduğunu söyleyecektir. Pek belli etmese de karşısındakine açık duran; kendisini dayatıyor gibi gözükse de öteki üzerine düşünen; fikirleri ve duyguları değişebilen birisi olmak… Kulağa bayağı hoş geliyor.
Bir kere bunun, her şeyden önce “kendisine zor” bir profil olduğunu söyleyeyim. İç tartışmalar, kararsızlıklar, bocalamalar yorucudur çünkü.
Nedir bu “iç hararet”in sebebi? Neden kestirip atmakta güçlük çekilir? “Mükemmeliyetçilik” olabilir mi acaba? Hani hasbelkader geldiğimiz bu dünyada kendimizi fazla önemsemek; kişisel yolculuğumuzu zerrece hakkaniyetsizlik yapmadan, kusursuz bir temizlikle yaşayıp kapatmak tutkusu mudur yani? Hata korkusu mudur? Eğer bir hata korkusuysa bu; başkalarını düşünerek, onlara zarar vermekten kaçınmak gibi “yüce” bir nedenden mi kaynaklanır, yoksa kendi öz saygı ihtiyacımızdan mı? Kararlı, istikrarlı, taş gibi olduğu yerde duran, tok sesli insanlardan daha mı çok öz saygıya ihtiyacı var böyle karakterlerin? İçeride, derinlerde bir yerde yakalarını bırakmayan nedensiz, inatçı bir suçluluk duygusu mu, “mükemmel olmak”; hatalı yollara düşmemek çabasını kışkırtıyor durmadan? Başkaları masumiyet duyguları güçlü olduğu için mi hatalara düşmeyi önemsemiyorlar o kadar? Hatalara düşmeyi önemsemedikleri için mi kolay karar veriyorlar; katılaşıyorlar; etkilenmelere kapalı bir etkileyicilik rolünü seçiyorlar? “Mükemmeliyetçiler” kendi iç dünyalarının suçluluk duygularına teslim olurken (yani, aslında kendileri için yaşarken) diğerleri, dış dünyaya daha mı duyarlılar?
***
Erdem sandığımız şey aslında “güçsüzlük” olmasın?
Böyle “tehlikeli” sorularla ilerleyince, kestirmeden “erdemlilik” yakıştırılan bir insan halinin sevimsiz kör noktaları olabileceği geliyor akla.
Başka sorular da üretebiliriz.
O kendinden emin “yüksek ses”, gücünü nereden alıyor? Sakın “aidiyet duygusundan” olmasın? “Kararsızların” başaramadığı, fazla tanımadığı “kendini güçlü bir bütünün parçası kılma” yatkınlığının o gür sese verdiği yanıltıcı bir ödül mü acaba bu bükülmez irade? Kendisinin zannettiği o köşeli, katı dünyanın ardında anonim bir kalabalık mı gizli? Yalnızlık korkusu mu, o dik başlı “cesur” duruşu besleyen?
***
Eğer böyleyse, hangisi daha makbul acaba? “Ait ol” suflesini fısıldayan yalnızlık korkusu mu, yoksa “hatasız ol” emrini veren suçluluk duygusu mu?
Başlarken söylemiştim; aklımın çelişkilerle çekiştirilmesine; duygularımın salınımına engel olmakta zorlanırım.
Böyle sorular döner durur aklımda…