Doğru yerde durmak
Türkiye, 2000’li yılların başından bu yana, gerek dindar-muhafazakâr kesimlerin, gerekse seküler sosyolojinin daha önce tanımadığı türden bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Kentleşme, sermaye birikimi, küresel ilişkilere entegrasyon gibi dinamiklerin yol açtığı sosyolojik değişimler ve soğuk savaşın sona ermesiyle oluşan bölgesel-küresel politik iklim, yeni yüzyıla girerken Türkiye’de beklenmedik değişimlerin önünü açtı.
***
Toplumsal çoğunluğa yabancı kalmış elitist-modernist resmi ideolojisiyle, yasaklar ve tabularla kuşatılmış düşünsel-siyasal alanıyla, askeri bürokrasinin en üste yerleştiği iktidar hiyerarşisiyle; kısacası, gelişip güçlenen sosyolojiyi temsil ve tatmin etmeyen bütün iktidar mekanizmalarıyla 80 yıl boyunca kendini çeşitli revizyonlarla yeniden üretebilmeyi başarmış olan rejimin, yolun sonuna gelmiş olduğu anlaşıldı.
2002 seçimleri bir hükümetin gidip bir başka hükümetin gelmesini çok aşan sonuçların habercisiydi. Toplumun bütün yerleşik taşlarının yerinden oynadığı; dalga dalga genişleyip derinleşen bir güç değişiminin içine girdik.
Köhnemiş, verimsiz, toplumsal hayatımızı zorlayan, haksız, adaletsiz sistem tasfiye edilmeye başlandı.
***
Bu süreç iki önemli sonuç üretti. Birincisi; vesayetçi iktidar hiyerarşisini bozan, toplumsal çoğunluğun iradesini değerli kılan, yasak ve tabuları aşındırarak özgürce tartışmanın önünü açan demokratik bir iklim yarattı. İkincisi; çok sert bir toplumsal bölünmeye; meşruiyet sorgulaması içeren bir kutuplaşmaya yol açtı. Bu bir bakıma kaçınılmazdı. Legalitenin ve güç dengelerinin gözetildiği, zamana yayılarak ilerleyen bu derinlikte bir değişimin; eski düzenin ideolojik/kültürel/ekonomik etki ve avantaj alanında bulunan kesimlerle iktidar talep eden yeni kesimleri karşı karşıya getirmesi, çok anlaşılabilir bir durumdu. Karşılıklı konsolidasyon, eski düzenin aşılmasını engellemedi; tersine kolaylaştırdı. Fakat yeni düzenin inşası için ihtiyaç duyulan meşruiyet genişliğine; ihya edilmesi gereken “biz” duygusuna ilişkin de zor bir miras bıraktı.
Türkiye, değişimin ürettiği bu etkileri (demokratikleşme ve kutuplaşma) yaşarken iki majör tehditle karşı karşıya kaldı. (1) Bürokrasinin en kritik alanlarının küresel bağlantılı ve çok etkin işleyebilen istihbari nitelikte bir örgüt eliyle işgal edilmesi ve iktidara yönelik tasfiye girişimi. (2) Bölgede değişen politik konjonktüre bağlı olarak PKK’nın devletleşme stratejisi ve toprak kaybı riski.
***
Bu iki sorun alanı kutuplaşma realitesiyle birleştiğinde, ne yazık ki değişimin vadettiği demokratikleşme yönelimini ağır biçimde tehdit altına alıyor. Hayatta ve ayakta kalma sorunu sert çözümleri davet ettiği gibi, tartışma ve eleştirilere aşırı tahammülsüz bir atmosfer üretiyor.
Türkiye, “yıkım sürecinin” etkileriyle “inşa sürecinin” ihtiyaçları arasındaki gerilimli ilişkinin önümüze koyduğu zor ikilemle karşı karşıya. Ya demokratikleşme hedeflerine sadık kalacağız; demokratik yöntemlerle toplumsal kesimlerin nefes almasını, kendilerini ifade etmelerini sağlayacak ve uzlaşıları teşvik edeceğiz. Ya da giderek güçle bastırma, şiddet enstrümanlarına yüklenme yönüne sapacağız ve otoriter bir sistem inşasına doğru yol alacağız. Bu ikinci seçeneğin yabancısı değiliz. 2000’lerin başında onu yıkmak için yola çıkıldı. Başa dönmek kaybetmek demektir.
***
Kabul edelim ki her iki dinamik de Türkiye sosyolojisinde ve siyasal aktörlerinin zihniyetinde mevcut.
Sonucu, her birimizin tercihinin nerede olduğu belirleyecek. Tarihin bugünkü seçimlerimizin türevi olarak şekilleneceği; her sözün, her davranışın anlam taşıdığı bir dönemin içindeyiz.
Bu ikilemde KARAR’IN kendisini nerede tanımladığını biliyorum.
Yolu açık olsun diyorum.