Darbenin kökleri (3) Gazze saldırısı: Değişim koalisyonunda sonun başlangıcı
Hepimiz biliriz ki, bir politik rolün sayısız nüansı, ara renkleri ve kritik sınırları vardır. Türkiye düzenleyicilik rolü oynayacaktı. Fakat, bunu kimlerle beraber hangi sınırlarda yapacaktı? Bölgenin “büyük abi”si olmak ve oyun kuruculuk iddialarının katlanılabilir dozu nerede başlıyor nerede bitiyordu?
Batı’nın bütün küresel aktörlerinin bu soruya aynı yerden cevap verdiğini hiç sanmıyorum. Önceki bölümde belirttiğim gibi, özellikle İsrail–neocon ekseninin bu role kuvvetli şerhleri olduğunu düşünüyorum.
Türkiye, İsrail ile Suriye arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi için yürütülen müzakerelerde arabuluculuk üstlenmişti ve 2008 yılının sonlarında beşinci tur görüşmeler tamamlanmak üzereydi. İsrail Türkiye’ye hiçbir bilgi vermeden 27 Aralık günü Gazze’ye saldırdı. Bu saldırı görüşmeleri tıkadı.
Ancak bu hamlenin Türkiye’nin itibarına dönük aşındırıcı sonuçlar yaratması da istendi kanımca. Erdoğan’ın arabuluculuk rolünü hatırlatarak İsrail’e gösterdiği sert tepki, sanırım bu okumaya dayanıyordu.
Daha önemlisi Türkiye, Filistin halkının uğradığı aşırı güç kullanımına tepki göstermekle, İsrail’in tutumuna sessiz kalmak gibi bir ikileme zorlanıyordu. Hükümet tepki göstermeyi seçti.
Fakat Gazze saldırısı, sadece kendisi ile sınırlı kalan tepkiler üretmedi. Hükümetin, Arap halklarının gönlüne giden yolda, Hamas anahtarına İsrail’e açıkça cepheden eleştiri politikasını ekleme kararı vermesine yol açtı.
Nitekim Türkçe’ye bir gecede girip dilimizin başköşesine yerleşen “one minute” için bir ay bile beklememiz gerekmedi: 29 Ocak 2009.
31 Mayıs 2009’da Mavi Marmara’da kan döküldü.
Dört gün sonra önemli bir ses duyduk. Kanımca bu günlere kadar yankılanan bir ses… Fethullah Gülen Pennsylvania’dan konuştu: “İsrail’in onayı olmadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır”. Yanlış duymamıştık. Bozulan İsrail ilişkilerinin en kanlı virajından hemen sonra Hoca Efendi, İsrail’in hukuk tanımaz terörünü değil, hükümeti eleştiriyordu…
İsrail ile çatışma “değişim koalisyonu”nun içinde yankı bulmuştu.
9 Haziran 2009’da Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırım öngören kararının aleyhinde oy kullandı.
Batı’nın munis çocuğu özerkleşiyordu…
Bu arada içerideki dönüşümün hayati ayağı tamamlandı. “Mezardakileri kaldırıp oy kullandırın” iştahıyla sahip çıkılan referandumla yargı vesayetten “kurtarılmıştı”. HSYK seçimlerine içeriden bakan bir avuç demokrat hukukçunun “dikkat” çığlıklarını duymayan kulaklar, bu “kurtarıcılar”la 17 Aralık’ta acı biçimde tanışacaktı.
ARAP AYAKLANMALARI
Alelacele “bahar” ilan ettiğimiz ayaklanmalar tek kelimeyle “komşularla sıfır sorun” politikasını çökertti. Rejim ayırmaksızın iyi ilişkiler çizgisini sürdürülebilir olmaktan çıkarttı. Hükümet bu büyük alt üst oluş dalgasında, rejimlere karşı ayaklanan halkların yanında yer aldı. Bu tutum etik olduğu kadar, politik bir rasyonaliteye de dayanıyordu. Demokratik yollardan iş başına gelmiş muhafazakâr bir hükümetin, köhnemiş diktatörlüklere karşı ayaklanan Müslüman toplumlara sırt çevirmesi, yeniden kurulmakta olan Ortadoğu’dan kovulması demekti. Tunus, Libya ve Mısır rejimleri yıkılırken Erdoğan sokakları fethediyordu. Davutoğlu bir günde üç ülke geziyor, uçağındaki Cengiz Çandar’ın kalemi Türkiye’yi “Ortadoğu’nun yükselen yakışıklı aktörü” olarak resmediyordu.
İşler Suriye’de değişti. “Doğu” Esad’ı gözden çıkartmadı ve küresel dengeler Esad’ın kendi halkını boğazlamasına izin verdi.
Mısır’da ise devrim başarısızlığa uğradı. Batı, darbecileri Mursi’ye tercih etti.
Bu müthiş dönüş, Ortadoğu’nun değişimci dinamiklerine oynayan Erdoğan’ın da denklemdeki yerini kaybetmesi anlamına geliyordu. Muhafazakâr siyasetin yönü üzerinde olağanüstü bir belirleyiciliğe sahip Erdoğan’ı kendilerine tehdit olarak gören güçler için yıkıcı darbeyi vurmaya uygun vasat oluşmuştu…
NOT: Daha önce serbestiyet.com’da yayınlanan ve üç bölüm halinde aktardığım bu yazının son bölümü Mart 2014 seçimleri sonrası Erdoğan’ın izleyebileceği politikalara ilişkin bir öngörüyle bitiyordu. O öngörü doğru çıkmadı. Yazının o son bölümünü ve izlenen politikalara ilişkin değerlendirmelerimi sonraki yazıya bırakıyorum.