Tanrıkulu ve bellek
10 yıl önce yayınlanmış bir TESEV Raporu. Adı “ Ergenekon’un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve kayıplar.
Bir yerinde şöyle diyor:
“Arif Doğan’ın (JİTEM’in kurucusu olduğunu söyleyen müteveffa jandarma albayı) Beykoz’daki evinde dokuz çuval belge ele geçirildi. JİTEM arşivi denilen bu belgeler ‘devlet sırrı’ gerekçesiyle gizlendi. İnceleme olanağı olmayan dosyalar hak ihlallerinin araştırılmasına engel oldu. Ergenekon’da yargılanan bazı sanıkların Susurluk, Yüksekova Çetesi, JİTEM ve Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi, 90lı yıllarda gerçekleştirilen yargısız infazların uygulayıcısı olduğu iddia edilen örgütlerle bağlantılı olduğu anlaşılıyor.”
Raporu değerlendirirken şunları yazmışım:
“Cinayet ve imha mekanizması olan JİTEM gibi bir yapıya ilişkin bir dizi belgenin “devlet sırrı” kapsamına girmesinin tek bir anlamı vardır: Belgelerin, kişilerin ötesinde kurumsal yapıya, doğrudan devlete, devletin politikalarına, kurum olarak orduya gönderme yapmasıdır... Önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda Kürt sorununun “kayıplar, işkenceler, faili meçhuller bagajı” var...”
Bu, bir kanaat değil.
Devlet tarafından kabul edilmiş, itiraf edilmiş, sonra üstü örtülmüş bir gerçek.
1997 yılında Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın, Başbakanlık makamına bilgi sunmak ve önerilerde bulunmak üzere hazırladığı Susurluk raporu bu konuda çıplaktır: Faili meçhul cinayetlerle devletin bağlantısı kurar. JİTEM’den MİT’e devlet kurumlarının, bazı devlet görevlilerinin Susurluk olayındaki sorumluluğunun altını açık bir şekilde çizer. Yeşil’i Musa Anter’i, Vedat Aydın’ı öldürdüğünü söyler. Aynı kişinin MİT ve Diyarbakır Asayiş Komutanlığı’nda çalıştığını, Muş’ta valinin, emniyet müdürünün, bölge komutanının bulunduğu toplantılara katıldığını yazar.
O rapordan şu can alıcı bölümü hatırlatmak isterim:
“Kim olduğunu ve ne yaptığını bilmesine rağmen devlet, Behçet Cantürk’le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş, neticede Cantürk’ün finansörü olduğu Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken, adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk’ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı, sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır? Bu uygulama tüm dünya devletlerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama bu kararlar kurallar içinde alınmalı ve ciddiyetle uygulanmalıdır.”
Olanı anlatıyor, usulü eleştiriyor, ama esası onaylıyor Kutlu Savaş.
Bu pasaj yetmez mi hafızaları tazelemeye…
Bu işin bir tarafıdır.
İşin diğer tarafı ise bunları gerçekleştiren yapılarının yok sayılmasıdır, eylemlerin üstünün örtülmesidir…
Örtüyü kaldırmak ise suçtur, kabahattir, ihanettir…
Kutlu Savaş raporu, onlarca itiraf, bulgu bir yana, Bunlar, AİHM kararlarıyla karanlık devlet eylemleri tarihine geçmişken, üç maymunu oynamak makul ve itaatkar vatandaşı olmanın kriteri haline gelmişse, insanlık ve insan hakları adına bulunduğumuz tarihsel seviye vahim demektir.
CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun bu olayları hatırlatan sıradan birkaç cümlesinden sonra başına gelenler bu duruma tam bir örnek…
Tanrıkulu, bu ülkenin yüz akı adamlarından birisidir. Baro Başkanlığı, milletvekilliği sırasında mağdurun yanında durması, aydınlık için mücadele vermesi ve dik duruşuyla bilinir.
Başka kendi partisi vuruyor Tanrıkulu’na, onu AK Parti çevreleri takip ediyor, bakanlık geri durmuyor, baş savcılık keza…
Suskun toplum, otoriter düzene hep birlikte katkıda bulunuyorlar.
Zamanlama yanlış, üslup kötü gerekçeleri, bu katkının önüne geçemiyor.
Bir bakıma iktidardaki ulusalcı-muhafazakar zihniyetin simgesel bir gösterisi halinde olup bitenler…
“Suç çöküntü olur kalır, silinecek bir leke, kurutulacak bir su birikintisi değildir” diyor Günter Grass, kendisini didiklediği “Soğanı Soyarken” romanında…
Bellek ebedidir…