Öyle değil böyle korkutulur
Sene 1998. Suriye'yle süregelen terör krizi, derinleşiyordu.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, işaret fişeğini bir cümleyle çaktı.
Ateş, eylülde sınıra gitti ve Türkiye'nin iyi niyetini yanlış değerlendiren bazı komşulardan söz etti.
Şu cümleyle mesajı, Şam'ın kalbine yolladı:
"Apo denilen eşkıyayı kendi ülkelerinde barındırıp onu destekleyerek, Türkiye'yi terör belasına bulaştırmışlardır. Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir."
Genelkurmay başkanı, bakan, başbakan ya da cumhurbaşkanı değildi uyaran.
Kara Kuvvetleri Komutanı'nın lafı yetti. Hem de gayet diplomatik bir laf. "Sabrımız tükeniyor, taşırmasınlar". Bu kadar.
Bir gece ya da bir sabah ansızın gelmekten, sıcak yatağından almaktan, dünyanın kaç bucak olduğunu göstermekten filan bahis yoktu.
Hafız Esad diye birini tanımamaktan, artık bizim için yok hükmünde olduğundan da....
"Ey Şam; bak tarihe bak, tarihe dön, çok daha fazla ileri gidersen bunun bedeli ağır olur, ağır. Suriye'ye bizim tek cümlemiz var, Cemal Paşa'yı unutma" gibi gözdağlarına gerek duyulmadı.
Ayaklarını denk ve akıllarını başlarına almalarını, bizi oraya getirmemelerini, getirirlerse neler olacağını, analarından doğduklarına pişman edeceğimizi, şakamızın olmadığını, bizi başkalarıyla karıştırmamaları gerektiğini söyleyen çıkmadı Ankara'dan.
Devleti yönetenler, henüz bu diplomasi dilini keşfetmemişti zaten.
Sözün hala bir ağırlığı vardı, ucuzlamamıştı.
Fart furt etmeden iki cümle kurup işlerini görüyor, maksatlarını elde ediyorlardı.
Ne en ufak bir kaba kuvvet tehdidi ne de popülist şov için kişiselleştirmeye başvuruluyordu.
Düğmeye basıldığında Mesut Yılmaz, Başbakan'dı. 5 ay sonra Öcalan yakalandığındaysa Ecevit.
Siyasi iktidarın fırtına öncesi sessizliği dahi ürkütücüydü.
Demirel, Cumhurbaşkanı'ydı. Komutanın mesajını, bir o destekleyecekti.
İnce kodlanmış uyarısı şöyleydi:
"Tüm uyarılarımıza ve barışçı açılımlarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye'ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu ve sabrımızın taşmak üzere olduğunu, bir kere daha dünyaya ilan ediyorum."
Ve her şey, eylül MGK'sında planlandığı gibi gitti.
Hafız Esad, durumun ciddiyetini anladı. Mesaj, adresine ulaşmıştı.
Öcalan, Suriye'den çıkarıldı.
"Teröristbaşı" Öcalan'ın Kenya'da yakalanarak 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirilmesiyle sonuçlandı.
Bu sonuç da Ankara'da, ağırbaşlılıkla karşılandı.
"Sevgili ana muhalefet lideri, sana üzücü bir haberim var, terörist Apo'yu yakaladık" gibi bitirim ergen ağızlarıyla duyurulmadı.
Sulandırmaya, hor kullanmaya ne siyasi otorite tevessül etti ne de devlet erkanı.
Daha ortada yokken zafer kazanılmış gibi dahiyane bir propagandayla siyasete alet etme, erken kutlama naraları mı! Kimsenin aklından gelip geçmezdi bile. Nerede o akıl, çocukça bulunurdu.
"Bir gece ansızın gelebiliriz"in devlet diliyle söylenişi, eskiden işte böyleydi.
Düşmanı korkutmanın aynı dildeki fiili karşılığına örnekse, 1974'teki Kıbrıs çıkarması ve zaferidir.
Daha etkili miydi, değil miydi; takdirinize kalmış artık.
-----------
İKTİDARIN FİKİR VE AHLAK ZAPTİYELERİ
İktidar medyasının kadrolu ünlüler devriyesinde dün, iki isim nöbetçiydi. Hakan Taşıyan'la Mehmet Ali Erbil.
Şarkıcı Hakan Taşıyan'a, Gülşen nöbeti tutturulmuş.
Büyük sanatçı edasıyla sanatçılara şöyle ders, ayar verdiriliyordu:
"Herkes haddini bilecek. Sanatçı şarkısını söyleyecek. Sağa sola dilini uzatmayacak."
Mehmet Ali Erbil'e ise Cem Yılmaz görevi düşmüş.
Güdümlü füze gibi şuradan takılıyordu peşine:
"Erşan Kuneri'ye devletimiz müdahale etmeliydi."
Ali Şan, izinli gibi geldi dün bana. "İsminin önünde profesör yazan birinin bunları söylemesi şaşırtıcı" şeklinde bir tepkisini göremedim.
"Hadise'nin eşi ve ünlü iş insanı" sıfatıyla koroya katılan kişi de istirahatliydi sanırım. Ne Yeni Şafak ne de Sabah, kendilerini konuşturup "bir bitmediniz" tarzında manidar tepkilerini bize bildirdi.
Nasıl anlatmıştı Pir Sultan Abdal:
“Demiri, demirle dövdüler/ Biri sıcak, biri soğuktu/ İnsanı, insanla kırdılar/ Biri aç, biri toktu."
5 asır önceydi o, devir değişti.
Şimdi sanatçıyı, hocayı, bilumum muhalifi; iktidarın eline bakan tapon ünlü zaptiyesine dövdürüyorlar.
Biri, yanlışı doğrusuyla kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışıyor. Diğerinin velinimeti iktidar; kumarı, borcu, harcıyla kapısından ayrılmıyor.
NOT: Çarkıfelek zamanı, şöhreti yerinde ve eli para tutarken Mehmet Ali Erbil, Kanal 7'de bir programa konuk edilmişti de muhafazakar izleyici ayağa kalkmıştı. Ahlaki gerekçelerle tabii. Erbil'in şimdi iktidar medyasında ahlak bekçisi kesildiğini görünce hatırladım, hey gidi...