Savrulmak ne ki?
Hassas adamım ya biraz, bütün bir meydanın, yüzbinlerce insanın kalp yapması beni duygulandırıyor.
“Erdoğan kalp yapabilir mi?” diye sormuştum onun için… Şimdi Kılıçdaroğlu da bıraktı kalp yapmayı… Öfke dili yüzüne, jestlerine mimiklerine yansıyor. Kim bilir birileri de ondan hoşlanıyordur. Kılıçdaroğlu, “Erdoğan böyle yaptı öne geçti” diye düşünmüş olmalıdır. Toplumun “öfke dili”ni satın aldığı görüşü hâkim oldu tüm siyasetçilere…
Hassas adamım ya biraz, “adaletsizlik” bende isyan duygusu uyandırıyor. Kimden gelirse gelsin. Bir insanın bir gün dahi “içerde” fazla kalması, bir annenin mesela, çocuğu dışarda kendi içerde veya hem kendisi hem emzikli bebeği içerde yıllarca kalması ve suçunun da “iltisak – irtibat” diye ne idüğü belirsiz bir nesne olması beni eziyor. Böyle bir şeyin bir kişi tarafından yaşanması eziyor, binlerce – on binlerce olması on binlerce kez eziyor. Dışarda bir delikanlının annesi – babası içerde diye kendini kahretmesi beni eziyor.
Hassas adamım ya biraz, ülkeyi yöneten birisinin yargılaması devam eden bir insan hakkında en yukardan “ahkam kesmesi”, hem savcı hem yargıç hem infaz görevlisi olması, benim adalet hassasiyetimi ayağa kaldırıyor. “Buna hakkın yok” diyorum. “Bırak insanlar adil yargılansın” diyorum.
Sizde nasıl bir etki bırakıyor bu, bilmek isterdim.
Bazı mahfillerde “Ahmet Abiye ne oldu böyle?” diye sorulduğunu biliyorum. Ne olmuş olabilir? “Savrulmak” öyle mi? Kur’an’dan ölçü naklediyor o, Rasûlullah’tan ölçü naklediyor, ne bileyim, bir zamanlar bazı hocalarımızın “Ömer Müslümanlığı” dediği şeyi örnek olarak sunuyor. İktidar sahiplerine diyelim “Kin ve düşmanlığınız sizi adaletten ayırmasın” gibi bir ilahi hükmü hatırlatmak ne zamandan beri “savrulma” hanesinde görülüyor?
Halife Ömer’e üzerindeki elbisenin hesabının sorulabildiği ortamı, birilerimiz çoktan unutmuş, elbise ne, devenin havuduyla yutulmasının bile gerekçelendirildiği bir zamanda, “Ahmet Abi” unutamıyorsa ne yapmalı onu? Üzerine “savrulma” damgasını vurup, imha edilecekler alanına mı sürmeli?
Hiç kimse savrulmuyor maşallah, güç sahibi olduk bir kere, güç sahibi olanla aynîleştik, onun her yaptığını kendimiz yapmış gibi hissediyoruz, aynîleşiyoruz, ona gelen her eleştiriyi göğüslemenin “iman umdesi” olduğu gibi bir noktadayız. O zaman da savrulma olmuyor.
Mesela aynîleştiğimiz liderin “siyasi çıkar” adına 29 kanalda birden arz-ı endam etmesi hiç kimseyi rahatsız etmiyor.
“Medya tekeli”nden yakınırdık eskiden…Niye? “Medya tekeli” bize haksızlık ederdi çünkü. Bize söz hakkı vermez, bir dünya görüşü adına o tekeli yönetenlerin her türlü zulmünün “hınk deyiciliği” misyonunu üstlenirdi.
Bir, iki, üç, beş değil, tam 29 tv kanalı… Mesela aklımıza gelmiyor şimdilerde, bunca kanal üzerinde nasıl hakimiyet kurduk, bunları nasıl kendimize bağladık, doğrularımızı – yanlışlarımızı çoğaltma görevini nasıl verdik onlara…. Soranımız yok. Karşısına geçiyor ve liderimizin söylevlerini keyifle takip ediyoruz. Nasıl da vuruyor, nasıl da biçiyor! Kah kah kah!
Hassas adamım ya biraz, ne bileyim ben o manzarayı gördüğümde, devlet bankalarının o medya yapısının oluşturulması için, tabii ki en üst iradenin bilgisi dahilinde, tabii ki yönlendirme ile, tabii ki tam da o tekel oluşsun diye…. verdikleri krediyi düşünüyorum. Hem de geri dönmeyen krediyi… İçim acıyor o işi yapanın mahşer ortamında vereceği hesap adına.
O banka milletin malı idi değil mi?
Neden görüyorum ki bunları?
Her şey “bir şey” için meşru kabul edilmeli değil mi? Ah o “bir şey”, ya nefislerimizin, çıkarlarımızın, dünyevi tutkularımızın kutsallaştırılmasından ibaret hale gelmişse….
Test ettik mi hiç? Kur’an, Sünnet, “Ömer müslümanlığı” kantarına vurduk mu?
Ne zamandan beri böyle “meşrulaştırmalar” karşısında duyarlısın Ahmet Abi?
Ömer kendi işini görürken devlet mumunu söndürür, kendi mumunu yakarmış, değil mi, böyle anlatırdık bir zamanlar… Ebu Bekir “Ben yanlış yaparsam bana tabi olmanız gerekmez” dermiş hani…
Sen hâlâ oralarda mısın Ahmet Abi?
Parti ilk kurulduğu sıralar, hani “Milli Görüş gömleği çıkarılmıştı ya…” bazıları, yeni dönemde yapılan yanlışlara bakıp “Ne oluyoruz arkadaş, bunlar yapılır mı?” gibi sorular sorduğunda onlara “Sen hâlâ oralarda mısın?” diye soruyordu ya, ne yapalım ki kimilerimiz oralardan vaz geçemiyor “gücü kutsamak” adına…
29 kanalda birden yahu…
Bir, iki, beşine doyulmuyor demek ki…
Devlet kanalı size 38 saat, ötekine 38 dakika vermiş. Adalete bakın… Devletin tepe tepe kullanılışına bakın… Anlıyorum “devlet sizsiniz” ama bu da benim his dünyamı allak bullak ediyor. Aynı “değer dünyası”nda mıyız diye soruyorum ister istemez? Kim nasıl savrulmuş oluyor bu durumda?
Benim içime sığmıyor yahu… Evet, biliyorum, siyaset adına dost bildiğim herkesin içine sığdı bu… Ben çok acayip duruyorum onlara göre… “Garipler” den bahsedilirdi hani… Acaba kim garip, elinde kumanda, keyifle 29 kanalı dolaşıp, Lider’in hangisinde daha yakışıklı göründüğünü, daha gür seslendiğini, “Bizimkiler devlet imkanlarını nasıl da tepe tepe kullanıyor” keyiflenmesini yaşayan mı, bütün bunları acayip ve garip bulan mı?
“O ‘Bizimkiler’ medyadan başka hangi devlet imkanlarını tepe tepe kullanıyorlar?” diye sormak savrulma kapsamına giriyor mu, ne dersiniz?