Dış politika dili
Tayyip Erdoğan’ın İslam ülkelerinin temsilcileri ile buluştuğu ya da islami bir tema için gerçekleştirilen tüm toplantılarda en dini dili kullandığı bir gerçektir. Bu onun “sahici” yanıdır.
Bu çizginin bir boyutunun “dış politika”ya yansıdığı da bir gerçektir. İslam İşbirliği Teşkilatı toplantılarında ya da mesela bugünlerde Pakistan Meclisi’nde yaptığı konuşmalarda ortaya konan dil, “İslamcı” ya da “Ümmetçi” bir dildir. Bana göre bu da onun “sahici” yanıdır.
İçerde herhangi bir islami toplantıda o zeminin gerektirdiği dili kullanmak, laik çevrelerde yadırgansa bile Müslüman bir toplumda “sahici” kimliğin tezahürüdür. Türkiye, o dilin içerde bile sorun haline geldiği zamanları yaşamıştır.
Dışarıya gelince… Cumhuriyet Türkiyesi, yola Hilafeti kaldırarak çıkmıştır. Bunun bir sebebi, içerdeki laikleşme operasyonuna uyum ise, diğeri de dış politikada “Hilafetin uluslararası etkisi”nden rahatsız olan ülkelere “Biz artık o misyonda değiliz” mesajı vermekti. İslam ülkeleri yok farz edilmiyordu ama küresel bir misyon birlikteliği de amaçlanmıyordu.
Sonraları, yine “küresel misyon birlikteliği” görüntüsü vermeden İslam ülkeleri ile ekonomik, kültürel, tarihi ilişkilerin geliştirilmesi yönünde adımlar atıldı.
“Ümmet misyonu”na ilişkin düşüncenin her şeye rağmen derin bir mecra olarak devam ettiği bir gerçektir.
Siyasi anlamda Refah çizgisinin bu düşünceyi alana taşıdığı söylenebilir. İlk somut meydan okuyuş da D-8 Projesidir. Bu meydan okuyuşu, küresel güçlerin gördüğü ve ona göre tavır aldığı da pek çok değerlendirmenin ortak noktasıdır.
Ben, Ak Parti’nin yola çıkarken en çok “Refah’ın dış politikası”ndan farklılaşmaya önem verdiğini düşünmüşümdür. Ak Parti bunu, dışardaki ve içerdeki setleri aşmak için “reel politiğin kaçınılmazı” olarak görmüştür. ABD ve AB ile ilişkilerin seyri bununla ilgilidir.
İlk kritik durum Ak Parti politikalarının dışardan “Yeni Osmanlıcılık” olarak okunması ile gündeme gelmiştir. Ak Parti böyle görülmekten rahatsız olmuştur. “Yeni Osmanlıcılık gibi bir iddiamız yok” ifadeleri o dönemin politika yapıcılarının iç – dış kamuoyuna verdiği mesajlar arasındadır.
Burada şöyle bir problem söz konusudur: Bir yandan İslam ülkelerini tabii ilişki alanı olarak değerlendirmek, diğer yandan da “İslam dünyasının tek çatı altında buluşmasını amaçlamak” anlamına “Panislamist” bir izlenim vermemek. Aynı durum Türk dünyası ile ilişkiler için de söz konusudur. Türk dünyası ileilişkileri geliştirmek ama, “Türk dünyasını tek çatı altında toplamak” anlamına “Pan-Türkist” bir izlenim vermemek. Çünkü her iki durumda kimi küresel güçlerin ayağına basmış olmaktasınız.
Cumhuriyet yönetimleri böyle bir hassasiyete sahip olmuşlardır.
Refah farklıdır.
Ak Parti kurucu kadroları Refah’tan ve “İslamcı” çizgiden geldikleri halde bu konuda farklı bir değerlendirme yapmışlardır.
Bugün Ak Parti de farklıdır. Başta da dediğim gibi sayın Cumhurbaşkanı her platformda kendi sahiciliğini yansıtmaktadır. Bu, küresel sisteme meydan okuyan, Müslümanların mazlumiyetine isyan eden ve Müslümanları yeni bir rol kuşanmaya davet eden bir dildir.
Bu dilin Türkiye’de olsun başka İslam ülkelerinde olsun pek çok Müslümanı heyecanlandırması tabiidir.
Ancak meselenin dış politika boyutuna gelince, orada neyin nasıl algılandığı, bir başka önem kazanıyor. Herhangi sade bir Müslümanın yüreğini kabartan dil, bir başka odağın mutfağında “tehdit değerlendirmesi” içine sokuluyorsa politika yapıcılar duruma farklı hassasiyetle bakarlar.
Ak Parti yola çıkarken, sanırım bunları değerlendirdi. O zaman güç değerlendirmesine korku mu hakimdi yoksa gerçekçilik mi, üzerinde durulabilir.
Ama bugüne bakıldığında Amerika bize göre nerde duruyor, Rusya, Çin nerde, İngiltere, Almanya, Fransa nerde? Daha ilginci “ümmet bilinci” etrafında örgülenmesi tabii görülen İslam ülkeleri nerde?
Ne yapılsın yani “Sahicilik” olmasın mı?
Türlü komplolarla önünüzün kesilmesine mani olabilecek kadar etkin bir güce sahipseniz “sahicilik” de olabilir diyeceğim ama, dünyanın çok daha büyük güçleri bile, üstelik bizim zeminimizi ele geçirmek için bin türlü role bürünüyorlar. Reel politik böyle bir şeydir.
Suriye’de bizim farklı odaklar arasında denge kurmaya çalışmamız da bu reel politik denen şey sebebiyledir. Ne demiş Fatih Sultan Mehmet “Hünkarım sefer nereye?” diye soran vezirine: “Nereye yöneldiğimizi sakalımın teli bilse onu koparır atardım.”