Kopya çekerken yakaladığı öğrencisi tarafından katledilen Ceren Hoca olayının gündeme getirdiği buzdağının asıl büyük gövdesini Prof. İskender Öksüz masaya yatırdı. İlk olarak http://misak.millidusunce.com sitesinde yayınlanan bu yazıyı Prof. Öksüz’ün izniyle Karar okurlarına sunuyoruz.
İSKENDER ÖKSÜZ
Anaokulundan üniversiteye kadar eğitim serbest düşüş hâlinde. Öğrencilerimizin dünya öğrencilerine göre puanları (PISA), mezunlarımızın dünyadakilere göre becerileri (PIAAC) ve üniversitelerimizin dünyadaki sıralaması… Dipte, dipte, dipte. Bunlar rakamlar. Fakat rakamların arkasında da kaskatı gerçekler ve gözyaşı var. Ceren Damar Şenel’in alçakça katli var.
İlgisi ne? İlgisi şu ki, katilin sözleri hâkim anlayışı aksettiriyor: Kopya mubahtır. Hatta haktır! Bırakın kopya çekiversinler. Sistem böyle.
Yıllar önce yeni bir üniversitenin doktora yönetmeliğini hazırlıyorduk. Bir sözde “öğretim üyesi”, “Bilime özgün bir katkıda bulunmak…” diye başlayan doktora hedefine itiraz etti: Gerçekçi olalım arkadaşlar, hangimiz bilime özgün katkıda bulunduk?
Kendime hakaret edilmiş gibi hissettim ve ağır şekilde azarladım, “Kendi adına konuş!” dedim. Haklıydım. Çünkü doktora, bilime yapılan orijinal katkının sertifikasıdır. Yabancı dil sınavını veya ALES’i geçmenin, değil. Fakat o da haklıydı. Belki odada bulunanların çoğunluğunun düşüncesini dile getirmişti.
ORUÇ TUTAN KOPYACILAR
Bir okulda üçüncü sınıf mühendislik öğrencilerine ders veriyordum. Yılın yarısında vize sınavı yaptık. Uzaktan öğrenim yapılan bir okuldu ve vize sınavı da uzaktan yapılıyordu. Heyecanla sonuçları bekledim.
Acaba çok mu zor sormuştum. Başarılı öğrenci sayısı pek mi azdı? Zorluk derecesi iyi ayarlanmış bir sınavda notların yukarıda veya aşağıda kümelenmemesi, düzgün bir dağılım göstermesi beklenir. Sonra şoku yaşadım. Yüzlerce kişilik sınıfta hemen herkes bütün soruları tam bilmişti. Apaçık kitle hâlinde kopya ile karşı karşıyaydım.
Sınavın ertesi günü derste öğrenciler oruç kafayla ders yapmanın zorluğundan yakındılar. Ben de, “Hayret”, dedim, “Oruç mu tutuyorsunuz? Sınıfta Müslüman yok ki. Hepiniz kopya çekmişsiniz.” Pek alınmadılar. Ne yani. Kopyanın Müslümanlıkla, ahlâkla, namusla ne ilgisi olabilirdi? Hepsi ahlâkın sadece apış arasına bulunduğundan emindi. Kopyaya gelince: Sistem böyle.
BATI HA ÇÖKTÜ HA ÇÖKECEK
Halbuki kopya sadece sıfır aldırmaz. Ciddî suçtur ve okuldan attırır. Tıpkı intihal gibi. O ahlâksız, tefessüh etmiş, ha çöktü ha çökecek Batı üniversiteleri var ya; onlarda hâlâ okuldan attırır. Onlarda da sistem öyle.
Tekrar olacak… Doktoramı yaptığım Batı okulunda hoca yer sıkıntısından sınıfı ikiye ayırmış, aynı sınavı sabah bir gruba, öğleden sonra diğer gruba vereceğini söylemiş ve rica etmişti, “sabah alanlar, öğleden sonra gireceklere sınavdan bahsetmesin”. Yedi- sekiz kişilik bir grupla öğle yemeği yerken sabahçılara sordum: “Nasıl, sınav zor muydu?”. Az sonra benimle sınava girecek bir arkadaşım müdahale etti: “Zor veya kolay bilgisi de sınavdan bahsetmeye girer. Konuşmayalım.” Hepimize makul geldi ve konuyu değiştirdik. Görüyor musunuz Allah’ın tefessüh etmiş, ahlâkı sukut etmiş, ha yıkıldı ha yıkılacak Batılısını. Onlarda sistem öyle.
YANİ ŞİMDİ BİZ HIRSIZ MIYIZ?
Türkiye’ye döneyim. O mühendislik üçüncü sınıf öğrencilerine ödev verme zamanı gelmişti. Yüzlerce ödev geldi. Herkes ödevini göndermişti, bütün dosyalar doluydu.
Ama neyle doluydu? Kıyamet ödevleri okurken koptu. O kadar bir birlerine benziyordu ki ödevler. Hemen bir intihal testi yaptım. Akademik hayattaki arkadaşlar bilirler. İntihal belirleme artık çok kolay. Ve benim öğrencilerimin ödevlerinin hemen hepsi intihaldi. Hâlbuki bir cümle bile olsa her alıntıda atıf yapılacağını biliyorlardı. Söylemiştim. Kaldı ki “sakın çalmayın” diye uyarmak her halde ayıptır, anlamsızdır…
Onlara doktoramdaki sınav hikâyesini de anlatmış ve sonra alıntı formülünü vermiştim: Yazdığınız her cümle size aittir. Sizin olduğunu savunuyorsunuz demektir. Size ait olmayan alıntılara mutlaka referans vermek zorundasınız.
Sonuçta bütün intihaller sıfır aldı. Bir de birkaç puanlık kanaat notum vardı. Onu vermek de kolaydı. Vizede 100, ödevde 0 alanların tamamı kanaatte de 0 aldı. Vizede yüzün altında, ödevde sıfırın üstünde alanlar kanaatte 100 aldı: “Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir!”
MAKALE NASIL YAZILIR
Olan biteni genç akademisyen arkadaşlarıma anlattığımda daha da şaşırtıcı hikâyelerle karşılaştım. Bir “hoca” derste, mezuniyet sonrası öğrencilerine, alıntı yapma tekniğini anlatıyor: “Cümlelerdeki kelimelerin yerlerini değiştirin. Eş anlamlı kelimeler kullanın. Mesela ‘bulundu’ yerine ‘belirlendi’ deyin…” Yani hoca, yetişecek akademisyenlere, hırsızlığın tekniklerini anlatıyor. Dediklerini yaparsanız, intihal makinesi denilen yazılımları şaşırtıyorsunuz. Bu bir bakıma, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde müstakbel hırsızlara kapı nasıl açılır, kasa nasıl soyulur dersi vermek gibi bir şeydi. Bir “üniversite”de, bir “hoca” anlatıyor ve espri diye değil, makale böyle yazılır diye anlatıyor! Sistem böyle!
NE YANİ ŞİMDİ ÇALMADINIZ MI?
Benim öğrencilere dönelim… Bilhassa bir tanesi epey şaşırmıştır; benim kitabımdan bir sayfayı alıp bana ödev olarak göndermiş. Herhalde yıldızlı 100 almayı bekliyordu. Sıfırlar epey sarsıntıya sebep oldu. Öyle ya, vize 100, ödevi de kesip yapıştırdık. Ödev verildiğine göre kanaat da 100. Şimdi yılsonu sınavından 30-40 alsak bile dördüncü sınıftayız! Yılsonu sınavı diğerleri gibi değil, ÖSYM tarzı, canlı yapılıyor.
Sıfırlara şiddetli itirazlar vardı. Özetlersek:
- Peki bizim emeğimizin hiç mi değeri yok. Konuyu Googlelayıp çıkan sonucu boyadıktan sonra Ctrl+c ve sonra da Word sayfasına Ctrl+v yapma emeğinin bendeki değeri tam tamına sıfırdır. Ancak bu bir intihaldir, hırsızlıktır ve sıfırdan başka cezaları da gerektirir. Buna bir delikanlı, “Bize kimse hırsız diyemez!” diye karşılık verdi. Ben de, “Dedim bile” cevabını verdim.
- İtirazlardan biri, “Siz doçent olurken, profesör olurken hiç mi böyle yapmadınız?” idi. Gayetle sert ve kendinden emin bir tonla. Zavallı memleketim. Öğrencisine verdiği intibaa bakın! Belki de intiba değil de gözlemdir. Kim bilir, ben dinozor bir hocayım. Bu akademiden FETÖ geçti, şimdi de başka cemaatler geçiyor. Bu darül harpte vakit kaybetmeden ünvanlanmak gerekir!
- Bir başkası, “Biz zaten mühendislik yapmayacağız ki. Daha yüksek maaş alalım diye okuyoruz.” İngilizce’de buna, arabayı atın önüne koşmak denir; bu noktaya döneceğim.
- En çarpıcı itiraz, bu yazının başlığına aldığımdı: Sistem böyle! Bu gerçekten sarstı beni. Bunun anlamı şuydu: Biz üç sene boyunca hep böyle geldik, sınıfları böyle geçtik. Bizden öncekiler de böyle geçti, bizden sonrakiler de böyle geçecek. Onlara mühendis dediler; bize de diyecekler. Bazılarımızı akademik dünyada kaldı; onlara da hoca dediler…
OKUYORMUŞ GİBİ YAPIYORUZ
Sovyetler çökerken bir Rus memurun, yabancı bir gazeteciye söylediğini hatırlıyorum: Biz çalışır gibi yapıyoruz, devlet de bize maaş verir gibi yapıyor! Fiil gibi çekelim: Biz okur gibi yapıyoruz, okul da biz mühendis olmuşuz gibi yapıyor. Öğretmen olmuşuz gibi yapıyor, doktor olmuşuz gibi yapıyor… Sonra doçent, profesör olmuşuz gibi yapıyor.
Sistem böyle.
Ceren Damar Şenel hocanın katili de öyle diyordu: Geçmem için kopya çekmem lazımdı! Öyle ya. Niçin okula gidilir? Ders ve sınıf geçmek için. Ders ve sınıf niçin geçilir? Diploma almak için. Diploma niçin alınır? Daha yüksek maaş almak için. Belki imza atabilmek için; öyle ya kreş işletenlere psikoloji diploması sahibi imza, eczacılara eczacılık diploması sahibi imza, müteahhitlere mühendis diploması sahibi imza lazım ve lazım ve lazım… Okullara öğretmen diploması sahibi lazım. Üniversiteye doktora sahibi. Sonra çember kapanır. Onlar da öbürlerini diplomalandırır: Yalnız alıntı yaparken eş anlamlı kelime kullanın. Kelimelerin de yerlerini değiştirin. Mesela bir önce cümleyi, “Sözcükleri başka başka konumlara getirin” haline sokun.
Buyurun size diploma.
Bir şey daha öğrendim bu arada; yüksek lisans ve doktora tezlerini de intihal yazılımından geçiriyorlarmış. Okuluna göre %20 veya %30 makul karşılanıyormuş! Her halde bana bunu aktaran tam aktarmadı. Bir cümle bile kabul edilemez. Her halde namuslu, yani atıflı alıntılara bakıyorlar ve tezin kısm-ı azamı alıntı olmasın diye bu limitleri uyguluyorlar. Yoksa yüzde şu kadar intihali değil. Sistem böyle değil; değil mi?
AĞAÇSIZ AĞAÇLANDIRMA
İki acı sonuç çıkıyor: Bir şeyler yapıyoruz. Rahmetli Mümtaz Turhan Hoca’nın tabiriyle büyük bir gürültüyle dönen bir eğitim dolabımız var. Hani bahçeleri sulayan dönme dolap gibi. Bu dönme dolap diplomalar, mezunlar üretiyor; fakat bilen insanı, yapabilen insanı üretemiyor. Bilgiyi ise hiç üretemiyor. Turhan hoca, “suya değmeden döndüğü için” demişti, “ve yanıbaşındaki toprak çoraklıktan ölüyor”. Ne yapalım hocam, sistem böyle…
Bir fıkra geldi aklıma. Arazide iki adam ellerinde kürekler ve su kovaları ile çalışmaktadır. Birisi çukur kazar. Sonra çekilip dinlenir. Öbürü birincinin kazdığı çukuru doldurur ve toprağı sular. Bir, iki,… beş,.. on… Onları uzunca zamandır seyreden biri yanlarına gelir ve sorar, ne yapıyorsunuz? İkisinden şef görünüşlüsü cevap verir, “Biz ağaçlandırma ekibiyiz, ağaçlandırma yapıyoruz.” “Peki”, der soran, “ağaç nerede?” “Biz aslında üç kişiyiz de ağacı çukura yerleştiren arkadaşımız izinde… ” Bizim okullarımızda, hatta daha birçok müessesemizde, çukurlar kazılıyor, sonra örtülüp sulanıyor.
Fakat ağaç yok.
O halde tonton kralın balkon konuşmasındaki teklifini niçin ciddiye almıyoruz. “Dün gece düşündüm. Benim tebam dünyanın en tahsilli tebası olmalı. İrade buyuruyorum, yarın sabahtan itibaren her vatandaşımıza bir diploma verile.”
Balkan Harbi Türkiye’sine gidiyor aklım. Fatih Kerimi’nin anlattıklarına. Türklerin elinden hiçbir iş gelmemekte. Her şeyi yabancı okullarda okumuş, yabancı kanunlara tabi azınlıklar yapıyor. Ve Ali İhsan Sabis Paşa, askerin otomatik tüfeği ağzından doldurmaya çalışacak kadar talimsiz ve bilgisiz olduğunu anlatır. Biz o savaşı cephanesizlikten, silahsızlıktan, kaybetmedik.
Tersine üniforma, silah, cephane fakiri çapulculara karşı bilgisizlikten, eğitimsizlikten kaybettik. Anayurdumuzun yarısını kaybettik.
Sistem öyleydi.
Ben bu hâli -adı lâzım değil- bir Arap ülkesinde gözlemlemiştim.
Bütün müdirler Araptı. Fakat işi yapacak eğitim ve görgüleri yoktu. Bütün sistemi onların altında danışman veya yardımcı sıfatıyla ve yüksek maaşlarla istihdam edilen yabancılar işletiyordu. Bir başka Arap ülkesi de fazlaca kafa tutunca Fransa’nın “Teknisyenlerimi çekerim ha!” diye tehdit savurduğunu hatırlıyorum.
İnsan kaynağınız kopyayla mezun oluyor; unvanlarınız intihalle, diplomalarınız kopyayla veriliyorsa sonunuz bozgundur. Bu hal, yeni Balkan Bozgunlarına gider: cephede veya masada. Bu hal, Ceren hocaların katline gider.
Ne yapalım? Sistem böyle.