Rusya’nın ipiyle buraya kadar
Macron ara sıra Türkiye’ye atar tutar. Bizim Cumhurbaşkanımız da Macron’a bir şeyler söyler.
Aynı şey, aynı şiddette değilse bile Merkel-Erdoğan ilişkileri için de geçerlidir.
(Bugünlerde fena değiliz. Merkel Avrupa’da olgun bir abla gibi davranıyor. Kariyerinin zirvesinde ve insani bir final için çabalıyor.)
Biz olsak, birisinin hakkımızda ileri geri konuştuğunu işitince selamı sabahı keseriz.
Devlet işleri öyle yürümüyor demek ki.
Türkiye’nin İdlib’de başı derde girince ikisi de Putin’le konuşup bir uzlaşma için ikna etmeye çalıştılar.
Merkel ve Macron’un Putin’i aramaları maddi olarak değilse de moral olarak bize faydalı olmuştur.
Tamam, Avrupalılar, batılılar, evvela kendi çıkarlarını düşünürler, bizim derdimize yanmazlar.
Ama bazen insan ihtiyaç duyuyor, güzel bir söze, dostça bir alakaya.
Merkel’le Macron hiç olmazsa bu kadarını yaptılar.
5 Mart’ta 4’lü zirve fikri de o konuşmalarda oluştu.
Merkel ve Macron mutabıktı. Türkiye için İstanbul’a geleceklerdi.
Fakat Putin isteksiz.
Nitekim 4’lü bir zirvenin olmayacağını ilan etti; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aksi yöndeki açıklamalarına rağmen.
Trump da güzel konuşuyor bu sıralar. Destekliyor bizi.
ABD büyükelçiliği şehitlerimize sahip çıkıyor.
Fakat Idlib’de durum nazik.
Dostane açıklamalar, temenniler, hiç yoktan iyidir ama hepsi o kadar.
Biz, İdlib’de gerçek bir tehditle karşı karşıyayız.
Kararlıyız. Rejim güçleri gözlem noktalarımızın bulunduğu mıntıkanın ötesine çekilecek.
Putin de kararlı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’la telefonda görüştüler.
Soçi mutabakatına bağlılıklarını teyit ettiler.
Bağlılıklarını teyit ettikleri şey, aynı şey miydi?
‘Soçi mutabakatı’ dediklerine göre aynı şey.
Ya da konuşurken aynı görünüyor.
Düşünürken tam öyle değil.
Muhtemelen Putin, Soçi anlaşmasının ‘terörist grupların tasfiyesi’ kısmında daha çok mutabıktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da ‘İdlib’de çatışmasızlık bölgesi oluşturulması’ kısmında.
Putin’in bahsettiği ‘terörist gruplar’a bizim ‘ılımlı muhalif’ dediğimiz unsurların bir kısmı dahildir.
Zarfta mutabıkız, mazrufta ihtilaf ediyoruz.
İhtilaf, açıklamalara yansımıyor ama İdlib’in varoşlarındaki çatışmalara yansıyor.
Askerlerimiz şehit oluyor.
Biz, Rusya’yı işin içine karıştırmadan saldırılara misliyle mukabele ediyoruz.
Rejim güçlerini top ateşine tutuyoruz. Askerimizi vuran Rusya değilmiş gibi davranmaya özen göstererek.
Rusya ise Esed güçlerine havadan ateş desteği sağladığını gizlemiyor.
Böyle çelişkili bir hal içindeyiz.
Hava sahasını kullanamamamız büyük handikap.
Rusya müsaade eder mi hava sahasını kullanmamıza? Var mı böyle bir beklentimiz?
Yoktur her halde.
Rusya’yla çatışmamaya özen göstermek, dilimizi buna göre ayarlamak tabii ki anlamlıdır.
Ama, gerçeği kendimizden bile gizleyerek doğru bir sonuca ulaşabilir miyiz?
Ulaşamayız.
“Trump’ın ipiyle kuyuya inilemeyeceğini herkes tahmin edebilir.
Avrupa da ipi bir uzatır bir çeker, fazla güven olmaz.
Ya Rusya’nın ipiyle?
‘İnilir’ mi demem lazım?
Kuyunun neresine kadar inilir?
Doğrusu el alemin ipine kimse kefil olamaz.”
Bu cümleleri Barış Pınarı harekatı sırasında yazmıştım.
İdlib’de olanlar Rusya’nın ipiyle kuyunun neresine kadar inilebileceğini gösterdi.
Buraya kadarmış.
Kritik bir aşamadayız.
Rejime verdiğimiz mühlet dolmak üzere.
İdlib krizini başımıza büyük bir iş açmadan atlatmamız gerekiyor.
Bunu başarmak bize Suriye politikamızı yeniden düşünmek için bir fırsat sağlayabilir.
Belki bundan sonra Suriye politikamız gerçekçi bir zemine oturur.
Gerçekçi zemin, politikamızın imkanlarımızla mütenasip olduğu zemindir.