Görüşler

Oswald Spengler ve şehirlerin tarihi

Oswald Spengler ve şehirlerin tarihi

‘Tarih , Bellek ve Modern Çağda Siyaset’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Spengler’in şehirlerin doğuş ve gelişmesi hakkındaki tezleri kültür ve uygarlık arasında yaptığı ayrımla bağlantılıdır” diyor.

İlerlemeci tarih anlayışına karşı döngüsel ve organik bir tarih felsefesi geliştiren Oswald Spengler “Dünya tarihi şehirlerin tarihidir” demişti. Ancak, şehirler üzerine ayrı bir kitap yazmamış, bu konudaki düşüncelerini Batının Çöküşü’nün değişik bölümlerinde ele almıştı. Şu var ki, bu tezler dağınık ama derinliksiz değildir. Kitabın belirli bölümlerine serpiştirilmiş sığ formülasyonlar olmanın çok ötesinde şehir sosyolojisinin özerk bir disiplin olarak gelişmesinde inkâr edilmez payı bulunan Georg Simmel ve Max Weber gibi sosyologların argümanlarıyla boy ölçüşebilecek ölçüde kuvvetlidirler. Spengler’in şehirlerin doğuş ve gelişmesi hakkındaki tezleri kültür ve uygarlık arasında yaptığı ayrımla bağlantılıdır. Onun organik tarih kuramına göre kültürlerin mevsimleri vardır. İlkbaharlarında çiçek açar gelişir, yazın yaratıcı evrelerini yaşarlar, sonbaharda yorgun düşer, kışın ise ömürlerini tüketirler, daha doğrusu taşlaşır ve uygarlık halini alırlar. Şu halde kültürlerin ölümleri kaçınılmaz ve doğal bir sonuçtur. Spengler bir zamanlar kuzeyde çiçek açan fakat artık enerjisini yitiren ve çöküş sürecini yaşayan Batı kültürü üzerinde özellikle durur. Faust’çu olarak nitelediği Batı kültürünün bozulmadan, yaratıcılığını kaybedip uygarlığa dönüşmeden önceki evresini iki aşamaya ayırır: Feodalizm ve aristokratik devlet... Feodal örgütlenmeyle birlikte kırlarda kale ve şatolar, kilise ve şapeller de boy göstermiştir. İkinci aşama olan aristokratik devletin doğuşunda şehir inşa edilmiş, soylular ve rahipler sınıfları doğmuştur. Aristokratik devletle birlikte feodal bağlar ve ataerkil örgütlenme de yavaş yavaş çözülmüştür.

***

Kurulan ilk şehirler önceleri ilkel takas merkezleriydi, ekonomik açıdan gelişerek pazar yerleri oldular. Bu aşamada üçüncü bir sınıf belirdi: Burjuvazi... Şehrin içinde doğan bu sınıf giderek şehirle özdeşleşti. Şehri geliştiren, büyüten de aslında bu sınıftı. Şehrin yükselişine burjuvazi ve para öncelik etti. Bu nedenle kendini şehrin gerçek sahibi olarak gördü. Şehir geliştikçe tabakalar arasındaki karşıtlık da derinleşti; zenginler ve yoksullar arasındaki fark belirginlik kazandı ve şehirdeki her türlü ilişkide belirleyici oldu. Sonunda ekonomik yönden gelişen burjuvazi politik güce de sahip olabilmek için aristokratik devlete karşı sert bir muhalefet yürüttü. Mutlakiyetçi düzenini sonunda devrim yoluyla parçaladı, aristokrasiye ve rahipler sınıfına karşı zafer kazandı, devrim sonucunda demokrasiyi kurdu. Burjuvazinin inşasında birinci derecede etkin olduğu demokrasi kitlelerin toplumsal ve siyasal hayatta boy göstermesine yol açtı. Bu noktada Reinhart Koselleck’in antik ve klasik çağların şehir düzenleri ile modern çağda burjuvazinin kurduğu şehir düzeni, bu düzenlere ait kurum ve kavramlar arasında dikkat çektiği sürekliliğe kısaca değinmek gerekiyor. Alman kavramlar tarihçisi öncelikle burjuvazinin on sekizinci yüzyılda kendine özgü bir örgütlenme biçimi olarak yarattığı ileri sürülen sivil toplumun tarihsel ve terminolojik köklerinin çok daha uzak bir geçmişe uzandığını, Romalıların societas civilis kavramını kullandıklarını belirtir. (Koselleck, Kavramlar Tarihi, çev. A.Dirim, İletişim Yayınları, 3.baskı 2006,s. 415.) Ayrıca burjuva toplumunun devrim sonrasında inşa ettiği düzen de o denli eşitlikçi değildi. “Yurttaşlar toplumu” hiç de eşit bireylerden oluşmuyordu. Daha açık bir ifadeyle burjuvazi toplumun diğer tabakalarını egemenliğine tabi kılmıştı. Şehirlerin, bölgelerin beldelerin yönetiminde siyasi kararları burjuvazi veriyor, sorumlulukları burjuvazi üstleniyordu. Böylesi bir yönetimin antik çağdaki Yunan polis’inden farklı olmadığının altını çizen Koselleck’e göre “burjuva toplumu” modern olduğu kadar gelenekseldir. Bu bakımdan bir süreklilik söz konusudur. Egemenliğin salt zenginler tarafından kullanılması tarihsel süreklilik oluşturuyordu. (Koselleck, Kavramlar Tarihi, s. 416) Böylesi bir süreklilik anlayışının Spengler’in organik tarih felsefesinden farklı olduğu açıktır.

Spengler’e göre kültürün enerjisini ve canlılığını yitirerek uygarlık dönemine girdiği, yaşamının son ermesinden bir önceki aşamada artık megapolis (ya da kozmopolis) olarak adlandırılan dünya şehri ortaya çıkmıştır. Dünya şehri kültürün ölüme doğru metafizik yol alış sürecinin mekâna yansımasıdır. Her büyük kültür yaşamını noktalamadan önce bir dünya şehri yaratmıştır. Örneğin, Babil, İskenderiye, Roma birer dünya şehirleridir. Daha yakın tarihli bir örnek ise New York’dur.

Megapolis üstünlük taslayan, kibirli ama gerçekte içten içe çürümekte olan bir kültürün mekânıdır. Amerika’daki gökdelenler örneğinde görüldüğü üzere, toprağa meydan okuyan, doğayı inkâr eden dev boyutlarda yapılar inşa etmek bu üstünlük taslamanın somutlaşmış sonucudur. Spengler’e göre böylesi bir “büyüklük iç yüceliğin ifadesi değil”dir. Oysa bir zamanlar toprağa bağlı olarak yaratılan Gotik sanatı “iç yüceliğin ifadesi”ydi. Kültürün özünde ve temelinde dini, dinsel hayatı ve metafiziği gören Spengler’e göre kültür canlılığını kaybedip uygarlığa dönüştüğünde dinsel inanç ve hayat da yavaş yavaş yok olur. Uygarlık döneminin şehri megapolis dine yer vermez, bu şehir bütünüyle akıl temelinde örgütlenmiştir, akıl bu şehrin hayatına bütünüyle egemen olmuştur. Dinin ve metafiziğin yerini akıl ve her şeyi aklın temelinde açıklayan bilimin aldığı megapolis ruhsuzlaşır.

***

Metafiziği inkâr eden, doğa ötesiyle her türlü temasını kesen, aşkın bir dünyanın varlığına inanmayan megapolis insanı dünyanın dışsal görünümüyle ve gündelik gerçekliğiyle yetinir; daha doğrusu bu gerçekliğe hapsolur. Spengler’in tezlerine şu da eklenmeli: Metafizik aynı zamanda bir düşünme biçimidir. Daha açık bir anlatımla metafizik insanın kendisini çevreleyen dünyaya anlam katmayı, anlamlandırmayı düşünmesidir. Şu halde metafiziğe sırt çeviren megapolis insanı kendini sadece görünürdeki dünyanın yüzeyselliğine ve gündelik hayatın sığlığına kaptırmış, hayatın akışına teslim olmuştur. Kendini dünyanın temeli ve efendisi olarak sunar. Gelgelim kendini yere göğe sığdıramayan bu kibirli dünya şehri insanı gerçekte nesneleşmiş, bir nesneye dönüşmüştür ve Heidegger’in terimiyle “hızlı bir düşüşün eşiğinde”dir.

***

Kozmopolit yığınlara geçici mekân sağlayan dünya şehri anavatanı, yurdu, yuvayı değersizleştirmiş, yeni bir insan gibi tipi yaratıştır. Yuvasız, ikametgâhsız, geleneksiz, inançsız, yeni bir göçebe. Yerleşik hayatı, taşralı insanı küçümseyen köksüz varlık. Heimat (yurt, yuva) nosyonu özellikle ikinci büyük savaş sonrası Alman halkı için özel bir anlam ifade ediyordu. Spengler’in tarih tezleri de Avrupa’daki her iki büyük savaşta ağır yenilgi almış, gururu incinmiş, kendini yurdunu kaybetmiş hisseden bu ulusun ruh haline uygun düşüyordu. Yurtsuzluk ve yurtsuz özne, 1930’larda Nazilerle işbirliği yapan, savaş sonrasında Holokost konusunda sessiz kalan, modernitenin keskin eleştirmeni Martin Heidegger’in de ele aldığı konulardı. Heidegger insanın ölümlü olarak ancak toprağa bağlı kalarak yaşayabileceğini, oysa insanın yurtsuzlaşmasının, ikametgâhsız olmasının moderniteye damga vurduğunu, Hölderlin’in şiirinin bir yurda çağrı içerdiğini ileri sürüyordu. Onun tanımladığı yurtsuz insan ile Spengler’in “yeni göçebe” olarak nitelediği kozmopolit birey arasındaki yakınlık çok belirgindir.

***

Don Martindale’in de vurguladığı üzere, Spengler şehirlerin tarihine ilişkin tezlerini geliştirirken esas olarak Alman şehirlerini gözönüne salmıştı. (D.Martindale, ‘Şehir Kuramı’, çev. F.Oruç, Şehir ve Cemiyet içinde, İz Yayıncılık,2.baskı, 2005, s.66-67) Alman şehirlerinin tarihini Romalıların Ren ve Tuna nehirleri kıyılarında savunma ve ticaret amacıyla kurdukları yerleşimlerle başlatmak yanlış olmaz. Roma İmparatorluğu yıkılınca ticaret yolları üzerindeki bu şehirler de yıkılmıştı. Geç orta çağda ticaretin canlanmasıyla eski Roma yerleşim birimleri de canlandı. Almanya’da kentsel gelişmenin bir sonraki aşamasında daha başkaları kuruldu ve bunlar hızlı bir evrim geçirdiler. Ne ki bir müddet sonra baş gösteren dinsel çatışmalar ve sonuçta patlak veren Otuz Yıl Savaşları sırasında bu şehirler de harap oldular. On sekizinci yüzyılda Almanya’da şehir yaşamı yeniden canlandı. Fakat Alman İmparatorluğu’nun siyasi birliğinin kurulmasına şehir kültürünün yaygın ve yoğun olarak gelişmediği Prusya’nın kırsal aristokratları Junker’ler öncülük ettiler, şehirli tabakaları denetim altına aldılar. Siyasi egemenlik kırsal aristokratların elindeydi; şehirli üst tabakalar kültürlü ama siyasal açıdan güçsüz ve siyasal sorumluluktan yoksundular.

***

Spengler kendini şehre ve şehrin kültürüne kuşkuyla bakan Prusyalı kırsal aristokrasinin son temsilcilerden biri sayıyordu. Onların doğaya, toprağa mistik bağlılığını paylaşıyordu. Doğaya bu mistik bağlılık, toprağın kutsanması Nazi ideolojisinin bir parçası haline geldi.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir