‘Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı?’ kitabının yazarı M. Bahadırhan Dinçaslan “Dil yaratma süreci insanın ötesine geçti. Maymunlara işaret dilini öğretiyoruz ancak daha da ilginci bilgisayarların dil yaratmaya başlaması” diyor.
Dil üzerine kurulan birçok teoriden herhalde en önemlisi, Chomsky’nin ortaya attığı ve Pinker, Boroditsky gibi bilim adamları tarafından hala geliştirilen “Evrensel Gramer” tezi. Buna göre dil, sözgelimi futbol gibi sosyal evrimimizin bir yaratısı değil; doğrudan biyolojimizden doğan, beynimizde doğuştan taşıdığımız bir donanım ve yazılım sayesinde var olabilen bir şey. Bu basitçe şu demek: Her insanın mutlaka bir dili, düşünce ile dil arasında da kopmaz, zaruri ve tabii bir ilişki vardır. Karbonhidratları parçalayarak enerji elde etmemiz ya da oksijen solumamız gibi dil sahibi olmamız bizim bir tür olarak özelliğimizdir.
Elbette teşekkül etmiş bir dil nihai haliyle bu kadar basit ve bireysel değil: Hepimiz masaya masa demesek, dilimiz olsa da anlaşamayız. İnsan birey olduğu kadar sosyaldir ve sosyal yaşantımızda bireysel yazılımlarımız etkileşime girerek maşeri yazılımları ortaya çıkarırlar. İnternet gibi düşünebiliriz, hepimiz birer bilgisayar sahibiyizdir ancak o bilgisayarların çalıştırabileceği şekilde kodlanmış ve hiçbir bilgisayarın sahibi olmadığı bir mecrada, o mecra ve o mecrayı kullananlar ile etkileşime gireriz. Her birimizin kafasında dil yaratmak için bir donanım ve yazılım var, uzun süre birlikte yaşayan insanlar bu yazılımın fonksiyonlarını birbirine benzeştirerek bildiğimiz anlamda dilleri yaratmışlar.
Bu dil yaratma süreci insanın da ötesine geçmiş bir durumda. Kimi maymunlara işaret dilini öğretiyoruz, ancak daha da ilginç olan bilgisayarların dil yaratmaya başlaması. Yazının konu edindiği olguya girmeden önce, bilgisayarların nasıl dil yarattığına bakalım.
Yapay zeka geliştirme süreci gittikçe hızlanıyor. Bu işin öncüleri de akademiler yahut bilim adamları değil, şirketler. Zira yapay zeka, birçok hesabı ve kararı insanlara nazaran çok daha hızlı ve isabetli verebilir, bu da şirketlerin maliyetlerini inanılmaz düşürecektir. Bunun yanında özellikle internette bir yapay zeka yazılımı birçok hizmeti çok rahat verebilecek, yeni bir kâr alanı yaratacaktır. “Şeylerin interneti” de cabası, birçok alet; mutfağımızdaki buzdolapları ya da sulama aparatları, internete bağlılar. Bunlar arasında hiçbir insan dahli olmadan bir etkileşim var. Bir yapay zeka yazılımı insan müdahalesine hiç gerek kalmadan kolayca birçok işin üstesinden gelecektir değil mi?
Oxford’dan Nick Bostrom şunu soruyor: Bir ataç makinesi hayal edin. Makinenin yazılımı için yapay zeka geliştirilmiş ve yüklenmiş. Makine internete bağlı. Makineye “bize malzemeyi en verimli şekilde kullanarak ataç üret” komutu verirsek, bu insanlığın sonu olabilir. Yapay zeka bir anda internete bağlı bütün aygıtlara ulaşır, her şeyi, ama her şeyi daha fazla ataç üretmek için kullanır ve hatta enerji kaynağının kesilmesini engelleyebilir. Makine, bütün dünya ataçla dolup hammaddesi tükendiğinde ya da enerji kaynakları bittiğinde ancak duracaktır.
Bu korkunç manzarayı bir kenara bırakırsak, yapay zeka konusundaki çalışmalarda bu kadar kabusvari olmasa da müthiş hayaller tetikleyebilecek gelişmeler oluyor. Yapay Zekaya dair en önemli konseptlerden birisi, Turing testi. İngiliz fizikçi Alan Turing’in tasarladığı bu teste göre bilgisayar, iki farklı kullanıcıya kendisinin insan olduğuna inandırmak zorundadır. Yani Yapay Zekanın geliştirilebildiğini ancak dili bir insan gibi, bütün işlevleriyle ve doğallığıyla kullandığında anlayacağız. Dünyada kurulan her cümle, anlam olarak aynı bile olsa, ilk defa kurulmuştur. Kendi cümlelerini kuran bir yapay zeka, gerçekten zeki ve kendine has bir varlığı olan bir “canlı” olacak.
Facebook’tan geçtiğimiz aylarda gelen bir haber bunun ilk işaretlerini verdi. Chat robot olarak tasarlanan iki yazılımın kendi arasında “tuhaf” bir İngilizce ile konuştuğu haberi epey konuşuldu. Yazılım robotlarına aralarında “chat” yaparak belli konularda tartışmaları söylenmişti, ancak bu tartışmayı “düzgün İngilizce” kullanarak yapmaları söylenmemişti. Robotlar da “kendi” İngilizcelerini yaratıp tuhaf bir dilde konuşmaya başlamışlardı. Kelimeleri kendilerince daha verimli kullanarak bozuk ama vermek istedikleri mesajı karşıya ileten bir dilde sohbet ediyorlardı.
2016 sonunda Google online tercümanlık uygulaması Google Translate üzerinde yeni bir uygulamaya geçti. Yeni tercüme yazılımı öğrenen ve beyni taklit eden bir yapıya sahipti. Her defasında kendisini daha da iyileştiren sistem bu sayede bayağı iyi işler çıkarmaya başladı ve tercümanların yakın gelecekte işsiz kalacağı dahi konuşuldu.
Fakat asıl ilginç olay arkasından geldi. Başarıyla heveslenen Google mühendisleri, yeni bir tercüme sistemi denediler. Önceki sistem basitçe makineye İngilizce öğretilmesi ve diğer dillerdeki konsept ve kelimelerin, evrensel gramer prensibine benzer bir şekilde İngilizce’ye çevrilmesi prensibine dayanıyordu. Sözgelimi Fransızca’dan Türkçe’ye çeviri istendiğinde yazılım bunu önce İngilizce’ye, sonra Türkçe’ye çeviriyordu. İngilizce yazılımın temel ve ara dili olarak işlev üstleniyordu. Yeni sistemde bilgisayar artık Japonca’dan Korece’ye çeviriyi İngilizce’yi araya sokmadan yapıyor.
Bu ne demek? Bilgisayara belli konsept ve kavramları tanıtmak için kullanılan İngilizce aradan çıkıyor demek; bu da yazılımın bir dil geliştirdiği anlamına geliyor. Öyle ya, iki dil arasında çeviri yapabilmesi için bilgisayarın kendine ait bir dili olması lazım.
Siber dünyada gelişen bu diller, insanoğlunun tarihi seyrinde ortaya çıkan dillerin evrimsel sürecini birebir tecrübe ederek gelişiyorlar. Nasıl mı?
Meşhur 13. Savaşçı filminde, Tatar coğrafyasından geçerek Viking diyarına giden kahramanımız, yanında Yunanca bilen bir tercümanla gezmektedir. Zira Antik Yunanca çok farklı bölgelerde konuşana rastlayabileceğiniz bir dildir. Bu yüzden çokça ara-dil olarak kullanılır. Yahut İncil, araştırmacılar için oldukça önemli bir karşılaştırma kaynağıdır ve bir dilden diğer dile yapılan ilk çeviriler genellikle İncil pasajları üzerinden olur: Zira bu pasajların anlamı üzerinde uzlaşı vardır ve Latince burada referans dil işlevi görür.
Ancak farklı ulusların, etnik toplulukların ve kültürlerin karşı karşıya ilk defa geldikleri anlarda, iletişim oldukça zorlaşır. Zira hiçbir ortak sözcük ya da yaygın bilinen referans dil yoktur. Bu tür durumlarda genellikle Pidgin denen ilkel bir dil gelişir. Bu ilkel dilimsiler işaret dili gibidir, ince ve karmaşık gramer yapıları yoktur, zamanlar basittir ve kelime haznesi kısıtlıdır. Yalnızca temel hisler, düşünceler ve olaylar ifade edilebilir.
Fakat tam da Chomsky’nin tezlerini destekler nitelikte, eğer Pidgin kültüründe doğan çocuklar varsa, onlar tam teşekküllü bir dil geliştirirler, buna Creole denir. Karayipler ve Güneydoğu Asya gibi köleliğin, tecrit edilmiş topluluklarla yabancıların karşılaşmasının sık yaşandığı bölgeler, creole bölgeleridir. Yeni Dünya sömürgeciliği zamanında Haiti’yi düşünün: Yerliler, Afrika’dan getirilmiş siyahlar, Fransızlar, İngilizler ve İspanyollar. Bütün bu etnik grupların dilleri, Haiti’de birbirine girmiştir: Bir köle kendi etnisitesinin dilini bilir, köle arkadaşlarının dillerinden çat pat anlamak zorundadır, sahiplerinin emir ve komutları da öğrenilmelidir. Bu gruplar arasında pidgin gelişir ve köleler çocuk sahibi oldukça, pidgin ortamında büyüyen çocuklarla karşılaşırız. Bu çocukların anadilleri pidgindir, ancak anne-babalarından farklı olarak bu dili düzgün ve karmaşık gramerli bir yapı vererek konuşmaya başlarlar. Ortaya çıkan dil, sözgelimi Afrikalıların dilinden de, yerli dilinden de, Fransızcadan da izler taşıyan ancak hepsinden farklı ve kurallı bir dildir.
Dünyada yeni diller doğuyor ve bunları yaratan genellikle yapay zeka. Ancak Türkiye elbette bu “trend”den geri kalmış değil. Fakat bir farkla, bizde gelişen dil bir creole ve gerçek insanlar tarafından yaratılıyor.
Köyde yaşayan babanneniz varsa ve cahilse, kesinlikle gramer hatası yapmaz. Yerel ağzınızın İstanbul Türkçesinden farklı gramer özellikleri varsa onu gramer hatası saymayınız. O cahil ve yaşlı kadın gramer açısından kusursuz bir Türkçe konuşur.
Yahut 50lerde eğitim görmüş, çok yaşlı bir İstanbul beyefendisi akrabanız varsa, çokça Arapça-Farsça sözcük kullandığına şahit olabilirsiniz. Ancak o kelimeler Türkçedir, belli kuralara ve ihtiyaçlara göre dile ithal edilmiştir.
Ancak bir “plaza çalışanı” ile karşı karşıya gelirseniz, onun Türkçe konuşmadığını çabucak fark edersiniz. “Check etmem lazım”, “Date set ederken size consult etmedim”, “Gelebiliyor olacağımızı bildiriyorum” gibi laflar, hep bu plaza dilinden.
Creole, demiştik, kölelerin dilidir. Anadolu ve Trakya’dan plazalara köle olarak gönderdiğimiz çocuklar, köle çavuşlarının gözetiminde efendilerinin dillerinden birkaç kelime kapıyorlar. Kendi dillerinin gramerini de boş verip, anadilleriyle cümle kuracakları zaman efendilerine öykünüp, görünüşte Türkçe, kurgusu yarım yamalak İngilizce cümleler kuruyorlar. Gereksiz kelime ödünç alarak bunu da süslüyorlar, al sana yeni bir creole çıkıyor.
Karar’da daha önce konuşma tarzımızın hafızamızı bile değiştirebildiğini, dilimizin ve dili kullanımımızın düşüncelerimizi doğrudan etkilediğini yazmıştım. Şimdi pidgin-creole arası, Türkçenin de, İngilizcenin de inceliklerinden uzak, ancak ilkel bir kabilenin ya da bir kölenin yaşamına dair meselelerin ifade edilebileceği bir dil konuşan “üniversite mezunları”nın düşünür, mucit, müteşebbis, aydın, sanatçı yahut bilim adamı çıkarıp çıkaramayacağını düşünmeyi okuyucuya bırakıyorum.