Taner Ay’ın ‘Edebiyatın İstanbulu’ dizisinin ikinci kitabı ‘Edebiyatın Suriçi’nde kitaplar, yazarlar, yayınevleri, kitapçılar, ilginç yazar anekdotları var. Andelîb Esat ile Sermet Muhtar Alus’ta var. Dizin koymadığı ya da kaynak göstermediği için araştırma merâklıları yine şikayet edecekler. Oysa Taner’in kaynak kitap yazma gibi bir derdi yok. O bir edebiyatçı. Kitaplarındaki keyifli üslûbunun roman ya da şiir okuyormuşçasına tadına varılmalı...
BESİM DALGIÇ
'Suriçi'ni ilk terk eden Topkapı Sarayı’dır. Boğaz kıyısında 1856’da inşaa edilen Avrupa tarzı Dolmabahçe Sarayı’na yerleşen Padişah Sultan Abdülmecid’le başlayan bu süreç toplumsal dönüşümün, değişimin de habercisiydi. Sarayın taşınması elbette 'Suriçi'ni virane eylemedi. Binlerce yılın mirası kolay tükenir mi?
Taner Ay’ın ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’ romanında da yazdığı gibi tükenenler de var elbet. Ahşap İstanbul misal. Ya da 'Sinekli Bakkal' ya da 'Direklerarası'... Ara ki bulasın. Zaman içimizi acıtan değişimlere daima gebe. Üç imparatorluğun, antik dünyanın son başkenti 'Suriçi' İstanbul’dur... Mollaların tekelindeki el yazması kitaplar Avrupa’daki matbaanın yüzyıllar sonra Müslüman ahâlinin de kullanılmasına izin verilmesiyle kitap basımı da, yazımı da, okuru da arttı. Devletin Bab-ı Âli’si artık matbuatın Bab-ı Âli’sine dönüşüp, gazeteleriyle, yazarlarıyla, yayıncılarıyla, kitapçılarıyla, dergileriyle şenlikli bir dünya oluşturdu...
Ömrümün yarısının geçtiği 'Suriçi'nin bazı semtlerinde hâlâ izlerine rastlanan ahşap binaların yerini çoktan kâgir binalar almıştı. Yazlık, kışlık sinemaların toplumsal hayattaki yerleriyse baş tacıydı. Bab-ı Âli, Sahhaflar Çarşısı kitap mabetleriydi. Yıllarca süren bu durum ‘80 darbesiyle dumura uğradı. Aslında ‘70’li yıllarda Hindistan’a gidişin ilk durağı Sultanahmet’teki Lale’yi mesken tutan 'Beat' kuşağından türeme 'Hippiler'le hayat değişmeye başlamıştı. Sonrasındaysa vahşi kapitalizmin kontrolündeki işgalci turizm Bab-ı Âli’yi çökertip, ortaya çıkan rant nedeniyle önce sinemalar, sonra meskenler, sonra kitapçılar, çalıştığım ya da çalışmadığım gazeteler, yayınevleri, dergiler yavaş yavaş 'Suriçi'ni terk etmişler, yerlerini de halıcılar, mücevheratçılar, hediyelikçiler, oteller almıştı.
Sahhafların da niteliği değişmiş, Kapalıçarşı'nın kapalı kutu olma özelliği de bitmişti. Bab-ı Âli’nin başka bir hususiyeti de gündüzleri cıvıl cıvıl hayat dolu bir yerken, akşam çökünce ölü bir semte dönüşmesi, gündüz tekrardan doğmasıydı. Akşam çoğunlukla Pera'ya çıkılır, lodos izin verirse Kadıköyü sevdalıları da semt-i dildarelerine dönerlerdi. Ertesi gün ise şehrin topografik yapısından dolayı, dönülen Kadıköyü’nden 'İstanbul’a geçilmesi', çıkılan Pera’dan 'İstanbul’a inilmesi', kara surları dışındaki semtlerden de 'İstanbul’a gidilmesi' tabirleri İstanbulluluktu. Bu kavramlar artık yok. Bir görüşe göre İstanbul adının kökeninin Rumca 'Stinpolis'e dayandığı söylenir, anlamı da 'şehre doğru'dur. Söz konusu şehir de 'Suriçi'dir...
Kadıköyü’nün her taşını bilen Taner Ay’ın tıfıl dönemlerinde yazar babası Behzat Ay’la sık sık 'Suriçi' İstanbul’una geçmesine rağmen orayla daha derinden tanışması üniversite yıllarına rastlar. Hukukta okuduğu ‘80 öncesi çok çalkantılı bir dönemdi. Gençlerin birbirine kırdırıldığı zamanlardı. Ne Beyazıt’taki Marmara ne de Şehzadebaşı sinemaları kalmıştı. Fatih’teki Renk Sineması’ysa alış veriş merkezine dönüşmüş, Türk filmleri oynatan Alemdar’la, Aksaray’daki tipik bir aile sineması niteliğindeki Bulvar bile erotik filmler oynatır hâle gelmişti. Eyüp sinemalarıysa çoktan tarih olmuştu. Tek Çemberlitaş Sineması faaldi. Oysa sinemalar şehir kültürünü pekiştiren önemli mekânlardır. TV’nin yaygınlaşmasıyla da herkes evine kapandı. Ne sunulursa, neye izin verilirse ona rıza gösterildi.
‘70’lerde paramız kısıtlıydı ama dostluk, dayanışma dolu renkli bir hayat vardı. 'Suriçi' meyhaneleriyle, öğrenci kahveleriyle, üniversite çevresiyle, kitapçılarıyla, sinemalarıyla bizim neslimize yetiyordu. Pera’ya çıkmak nadirattandı. ‘80 sonrasında küreselleşme dayatmalarıyla bunlar yok oldu. Rotatifler sustu. Matbaalar şehir dışına taşındı. Memet Fuat’ın 'De Yayınevi' bitti. ‘90’ların başında Fethi Naci yayınevini Pera’ya götürdü. 'May', 'E', 'Cem' yayınevleri kapandı. Ölünceye kadar Bab-ı Âli’de kalmaya direnen Said Maden’den sonra Bab-ı Âli gerçekten matbuatın nekropolü oldu. Yıllar sonra Cağaloğlu’na birlikte gittiğim şair arkadaşım Turgay Fişekçi’ye gayri ihtiyari “Burada herkes ölmüş,” dediğimde çok gülmüştük. Hatırladıkça hâlâ güleriz...
Taner Ay’ın Ötüken Neşriyat’tan Nisan 2025’te yayımlanan ‘Edebiyatın İstanbulu’ dizisinden ‘Edebiyatın Suriçi’ kitabında sinemalardan bu yüzden hemen hemen hiç söz etmez. Ama kitaplar, yazarlar, yayınevleri, kitapçılar bol bol var. İlginç yazar anekdotları var. Andelîb Esat ile Sermet Muhtar Alus’ta var. Dizin koymadığı ya da kaynak göstermediği için araştırma merâklıları yine şikayet edecekler. Oysa Taner’in kaynak kitap yazma gibi bir derdi yok. O bir edebiyatçı. Kitaplarındaki keyifli üslûbunun roman ya da şiir okuyormuşçasına tadına varılmalı... İstanbul hakkında her türden birçok metin yazıldı. Ancak sadece 'Suriçi'ni konu alan pek fazla kitap yok. Taner Ay’ın Tanburî Cemil Bey’i anlatan ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’ romanıyla, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Cihan Harbi’nde halkın İspanyol Gribi'nden sapır sapır dökülürken, öte yandan da yangınlar nedeniyle viraneye dönen 'Suriçi'ni anlatan ‘Hakka Sığındık’ ile Ahmet Hamdi’nin ‘Huzur’ romanlarını es geçmeyelim.
Cevat Çapan’nın çevirisiyle Seferis’in 'Destansı Öykü' şiirindeki “Öyle çok şey geçti ki, gözümüzün önünden / sonunda gözlerimiz hiçbir şey görmez oldu.” dizelerinde de dediği gibi bu şehirde o kadar çok ihanete şahit olduk ki belki artık her şeyi kanıksadık... Tehlikeli olan da bu...