Bin yıllık Türk şiirini boyayan çağdaş sanatçı Murat Kurt’un sanat dünyamıza yeni bir soluk getiren heykelini entelektüel birikimi ışığında KARAR okurları için değerlendiren Mehmet Cemil: “Geleneğin kıymetini idrak etmeyen toplumlar sığ bir kültür içerisinde yozlaşmaya mahkûm olurlar. Eğer sanatçılar kök’lerin farkında olup bunu yeni bir formda çağa sunmayı başarırlarsa özgün bir ilerlemeden bahsedilebilir, aksi ise düşünülemez."
MEHMET CEMİL
Gelenek, küllere tapmak değil; ateşi canlı tutmaktır.
-Gustav Mahler
Der-dürc-i gayb gevher-i hod daştì nihan
Áhir be-harf baz nümüdì defìne-ra
Sonra sözle hazineyi yeniden gösterdin
Selîmî
Murat Kurt, Türk şiirini boyayan sanatçı olarak da bildiğimiz Türk ressam ve heykeltraş. Kendine çizdiği y’ol, kadim hikâyelerden Divan şiirine, sarayın ağdasından Halk şiirinin sehl-i mümtenisine uzanıyor... Geleneğin közüyle çağdaş sanatın ateşini kendine has bir yolla ‘yakıyor’, ağırbaşlı ve dahi çığlık çığlığa renkleriyle ‘Hu’ demeye cesaret ederken ‘Yavuz’, çağdaş sanatın yolunu aydınlatıp açarken ve sanatında yerelden evrensele giden seyrinin fiziki ve mistik boyutlarda ifadesini ortaya koyarken ‘Selim’ oluyor. “Onlar buradaydı” diyor, “Fuzuli hep buraya gelmek istedi ve ben buradayım ve ben onlarlayım, amacım bu idrakin hakkını estetik ve deruni bağlamda verebilmek” diye ekliyor.
Binlerce yıllık Türk şiirini boyamak, bunu yaparken de resimde ve heykelde çağdaş olabilmek zor ve zor olduğu kadar da cesaret gerektiren bir sanat anlayışı. Hem geleneğin derinliğini özümsemek hem de çağı ve ötesini okumak, bu bilinçle ortaya yeni bir söylem koymak takdire şayan...
Murat Kurt’un atölyesine girdiğim andan itibaren mekanın incelikli bir göz ve derin bir fikrin üretim alanı olduğunu hissediyorum. Beni Murat’la birlikte ‘Altın Laleler’i, ‘Hu’ resmi ve ‘Parmaklıkları Ardındaki Leyla’ karşılıyor... Karşı duvarda bütün heybetiyle duran ‘İnşirah’ ise uzaktan bizi seyrediyor.
Murat Kurt eserlerinde, gelenekten beslenirken bunu çağdaş sanatın farklı dallarında özgün bir dille yeniden ifade etme başarısını gösterebiliyor. Atölyesini dolaşırken, resimlerini incelerken Şeyh Galip’le, Baki’yle, Fuzuli’yle bugünün dünyasında hasbihal etme şansını sunuyor... Bir yandan da binlerce yıllık bir birikime bir damla da kendisi ekliyor...
Ancak ‘Parallaxe’ın önüne geldiğimde, bir süre durup kaide üzerindeki kufi harflerle yazılan Yavuz Sultan Selim beytine dalıp gidiyorum... Gerçekten etkileyici...
Metal paslanmaz bir kaide üzerinde ‘pas’la ifade edilen Yavuz’un muazzam beyitleri...
YAPAY BİR DÜNYADA KENDİNİ TÜKETEN İNSANLIK
Eserde, bireysel ve toplumsal travmaların çürüyen metal ile verilmesinin yanı sıra Yavuz’un beyitlerinde muazzam aşk vurgusu da gerçek aşkın ne olduğunu da hatırlatıyor. Günümüzde birey tüketim toplumu ve kültürü içinde yaşarken hep ‘daha fazlasını’ ona sunulan yapay dünyada arıyor ve aslında kendini tüketiyor. Kendisinin olmayan değer yargılarına ve hayata ulaşmaya çalışırken kendi kültürüne sırt çeviren bir toplumsal anlayışın yarattığı sağlıksız düzenin içinde var olmak da başlı başına bir mücadele haline geliyor. Bu düzende ne için işlediğini bilmeyen demir de pas tutuyor... Gerçek aşkın idrakinin önemi burada devreye giriyor, itici bir güç olma yönünde kullanılıyor. Modern çağda yeniden şekillenen yaşam biçimleri içerisinde ‘duyguların ve bedenlerin deneyim sürelerinin’ günbegün kısalması da paslanmayı da hızlandırıyor haliyle. Bu paslanma bireysel duygularda kendini travmalar, parçalanmalar, yabancılaşmalar olarak yeniden yaratıyor. Seeman’a göre yabancılaşmış insan yaşamın getirdikleri üzerinde etkin rol oynayamayan, kendi yapıp ettiklerini anlamlandıramayan, toplumsal yaşamı düzenleyen kurallara inanmayan, toplumsal değer/inanç/gelenek/görenek/kuralları değerli görmeyen ve kendinden uzaklaşarak eylemlerinden haz alamayan kimsedir. Murat Kurt’un eserinde yansıttığı durumun tam da bu tip yabancılaşmanın yarattığı sonucun ifadesi olduğunu düşünüyorum. Heykelde yer alan beyitlerin Türk Edebiyatının gerçek aşkla ilgili en güçlü ifadelerden olduğunu düşündüğümüzde bu yabancılaşmanın kati surette gelenek-yenilik süreçlerine bütünlüklü bir sevgiyle yaklaşılarak çözülebileceği vurgusunu görmek mümkün. Bu sebeple sanatçı Murat Kurt duyguları ve fikirleri ‘yeniden inşa’ sürecine hazırlıyor ve deneyim süresini paslanmaya eşdeğer bir uzunlukta ortaya koyuyor.
‘CENKTE YAVUZ ŞİİRDE SELİM’
İstanbul, Üsküdar. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden zaferle dönerken bir sandalla karşı kıyıya geçtiği yerde, yüzyıllar sonra Murat Kurt’la onu ve o sandalda söylediklerini konuşuyoruz. Şah’ın böyle büyük bir zaferle İstanbul’a döndükten sonra şehre törensiz girmesi, bizi onun gücü ve tevazusuna dair düşünmeye sevk ediyor. Osmanlı mülkünün sahibi küçük bir sandalla sedasız Avrupa’ya geçiyor... “Cenkte Yavuz” diyor Murat, “şiirde Selim”. Mertlikte mahir kelamda kadir... “Sandalla karşıya geçerken” diye devam ediyor, “Yavuz Sultan dönüp Hasan Can Çelebi’ye, bir şiir okumuş... Hasan Can Çelebi’nin Yavuz Sultan’ın en yakını olduğu bilinmektedir. Sultan; sırlarını, planlarını, arzu ve hayallerini onunla paylaşırmış. Savaşlar, yollar, zaferler, ölümlerden sonra, eski Heratlı üstatlar gibi çizdiği resmin altına imza atmaktan imtina eden bir zariflikle, Boğaz’ın ortasında, boğazında düğümlenen duyguları ifade edip nefes almak ister gibi: “Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn itdü felek/Giryemi kildi hûn eşkimi füzûn itdü felek/Sîrler pençe-i kahrimdan olurken lerzân/Beni bir gözleri âhûya zebun etdü felek“ beyitlerini okumuş. Çelebi, oldukça iyi bir devlet adamı olmasının yanı sıra bir hanende ve bestekârmış. S’özden, musikiden, sırdan anlayanmış, onunla paylaşmış. Yüzyıllar sonra Murat Kurt da oturmuş bu sözleri sanatseverlere bambaşka bir duyguyla yepyeni bir formda sunmuş.
SÖZÜ BOYAYAN BİR SANATÇI BU SÖZÜ NEDEN PAS İLE İFADE EDER?
Geleneğin kıymetini idrak etmeyen toplumlar sığ ve geçici bir kültür içerisinde yozlaşmaya mahkûm olurlar. Eğer sanatçılar kök’lerin farkında olup bunu yeni bir formda çağa sunmayı başarırlarsa özgün bir ilerlemeden bahsedilebilir, aksi ise düşünülemez. Eğer bir sanatçı yozlaşmanın sebep olduğu kültürel ‘pas’lanmayı dert ediyorsa burada etkileyici bir üretimden söz edilebilir. Tam bu noktada aklıma Çürümenin Kitabı’nı yazan Cioran’ın o veczi geliyor: “Vaktiyle bir benliğim vardı, artık sadece bir nesneyim.” Vaktiyle sahip olunan benliği yeniden üretme çabasıyla totem formunda dikilen bu heykelin kaidesi yani onu ayakta tutan asıl değer paslanmaz bir metal yapısıyla oluşturulmuş. Sözlerin ise gelenekten gelen şiirsel ifadelerin kufi harf ve hat sanatının incelikleriyle paslanan bir formda sunulması ve bu paslanma sürecinin ‘her geçen gün hayatta kalarak ve hatta her gün bir kademe daha paslanmasını sağlayarak’ ifade edilmesi üzerine düşünülmesi gereken bir durum... Sanatçı Murat Kurt, canlı, paslanarak yaşayan bir eser ortaya koymayı başarabilmiştir. Parallaxe, 2021’den bu yana her gün paslanmaya devam ediyor. Kültürel erozyona karşı konulmadığı sürece bu paslanma devam edecek, bu açık. Eserde ortaya konan tek gerçek bu değil elbette, alt metni, derinlikli anlamı öyle vurucu ki. Kanımca sanatçı, ölü olan bir olgudan ziyade zamana ve dahi tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalabilen s’özün gücünü bir kaideyle taçlandırarak ifade etmekte.
PADİŞAHA O MUHTEŞEM BEYİTLERİ YAZDIRTAN AŞK HİKÂYESİ
Kırk yıl sonra Murat Kurt’un heykelin önünde durduğunuzu farz edin, o kırk yıl her gün canlı şekilde sizinle konuşan ve “paslanıyorum” diyen sözleri, farkında olmadan kendi geleneğine sevgisiz bir şekilde sırt çevirmiş toplumun üreteceği aşkı, kültürü düşünün...
TTam da bu noktada sanatçının heykelinde kullandığı Selimi beyitlerinin hikayesi ‘korkusuzluk’ bağlamında devreye giriyor. Bir durumu dönüştürmek korkusuzca yapılan eylemler sonrasında başarılabilir. Yani doğru şekilde işlemek, pas tutmamak için bireysel bir iç devrim yaşamak gerekir. Selimi, bu beyitleri yazmadan önce ona âşık olan cariyesiyle arasında yaşananlar ilginçtir. Sultan Selim, Mısır seferi dönüş yolunda Şam’da dinlenecektir. Otağ kurulduğunda bir Türkmen kızı da, padişahın çadırına gelerek, temizlik ve odanın bakım işlerini görecektir. Oda temizliği için bir sabah odaya giren bu Türkmen cariye, Şah’ın henüz odadan çıkmadığını fark eder ancak çoktan göz göze gelmişlerdir. Her ne kadar imkansız gibi görünse de cariyenin içine o anda aşkın yıldırımı düşmüştür. Padişah odasından çıktığında, bu Türkmen cariye kendine hâkim olamaz ve bir not yazıp sultanın yastığının altına iliştiriverir. Sultan yatağına geldiğinde notu görür:
“Derdi olan neylesin?”
S’özün kıymetinden anlayan Yavuz, cariyenin bu saf sade ifadesini beğenir, ve soruyu yanıtlar:
“Derdi olan söylesin”
Türkmen kızı, ertesi sabah endişe, korku, aşk, tedirginlik duyguları içinde bu sefer yavaşça ama umutla Şah’ın odasına doğru gitmektedir. Çünkü bilir ki padişaha aşk ilan etmenin ölümcül tehlikeleri olabilir. Odaya girdiğinde sorusunun yanıtlandığını görünce, bu endişelerle yeni bir not düşer:
“Korkuyorsa neylesin?”
Sultan, Türkmen kızının endişelerini de duygularını da anlar ve inceden bir beğeni duymaya farklı duygular hissetmeye başlar. Kızın cesareti Yavuz Sultan’ı etkilemiştir. Ve Sultan bir yanıt daha verir:
“Hiç korkmasın söylesin.”
O güne kadar Osmanlı mülkünde yaşanmamış bir durumdur bu…
Yeni günün sabahında Türkmen kızı dizginleyemediği heyecanıyla odaya yeniden girer. Yanıtı okur ve heyecanı bir kez daha içinde yankılanır…
Gün geçer akşam olur, Sultan da kızı görmek ister.
“Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tîz elden bu kizi huzura getirin.” der.
Bu ahu gözlü Türkmen güzel, padişahın huzuruna geldiğinde heyecanına soluğundaki tedirginliğinin soğuk rüzgarı karışır…
Söz söyleseler, sanki birisi konuşsa büyü bozulacak gibidir.
O anda bu duyguyu kaldıramayan Türkmen kızı;
“Sultanım” der ve Sultan’ın kollarına düşerek son nefesini verir.
Yavuz Sultan Selim (Selimi), bunun üzerine;
“Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn itdü felek/Giryemi kildi hûn eşkimi füzûn etti felek/Sîrler pençe-i kahrimdan olurken lerzân/Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek“
beyitlerini yazar. Son iki dizesinde aslanlar bile benim güçlü pençelerimden helak olurken, ben bir gözleri ahuya vuruldum der Selimi...
İşte tüm bunları düşünerek Parallaxe’ı üretmiş Murat Kurt, bize de keyifle bu eseri incelemek düşmüş...
Zira Parallaxe, dünyalar, evrenler yani felekler arasındaki mesafeleri ölçmeye yarayan bir araç demek oluyor...
Ben heykelin başında bunları düşünürken,
Zaman, dünyalar, evren aşkla ölçülüyor...