78 yaşında okurla buluşan 10’uncu kitabı ‘Hafıza Çekmecemde Biriktirdiklerim’de 1950’lerden bugüne adanın siyasi ve sosyokültürel yapısını ortaya koyan yazar Fıstık Ahmet Tanrıverdi: “Büyükada’nın değişen demografik yapısına, geçmişi öğretmek ve aşılamak adına çabalıyorum, çabalamaya devam edeceğim. Yeni göç edenlere nerede yaşadıklarını bilmeleri için yazıyorum, yazacağım. Amacım; doğup büyüdüğüm ve tabii ki beni yetiştiren toprağıma bir nebze de olsa borcumu ödemek.”
SEDAT PALUT
Okurların ‘Atina’daki Büyükada’, ‘Hoşçakal Prinkipo’, ‘Barba’nın Mezeleri’ eserleriyle ada aşığı bir yazar olarak tanıdığı Fıstık Ahmet Tanrıverdi’nin 10’uncu kitabı ‘Hafıza Çekmecemde Biriktirdiklerim’ ekledi: ‘Hafıza Çekmecemde Biriktirdiklerim’ Kasım 2022’de raflarda yerini aldı. Büyükada’da doğup büyüyen Tanrıverdi, Everest Yayınları tarafından yayımlanan ve araştırmacılar için rehber niteliğindeki kitabında çocukluğunun geçtiği 1950’lerden bugüne uzanıyor. Kitabın ilk bölümünde 14 Mayıs 1950 milletvekili seçimlerinden başlayarak, 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar uzanan bir yolculuğu aktaran yazar, ikinci bölümdeyse adanın sosyokültürel yapısının değişimi ve bu değişimin ortaya çıkardığı yaşanmışlıkları ele alıyor. Bugünlerde 78 yaşını süren Tanrıverdi ile Büyükada’nın belleğine bir armağan olan kitabı üzerine KARAR okurları için konuştuk.
Ahmet Bey, anılarınızı yazarken satırlarınıza sinen duygu hangisiydi? Adanın değişen şartlarından dolayı ‘kızgınlık’ mı yoksa kaybettiğimiz değerleri anımsatan ‘nostalji’ mi?
60 yaşımdan bu yana, 6 yaşımdan itibaren tuttuğum güncelerden hareketle anılarımı yazıyorum. ‘Hafıza Çekmecemde Biriktirdiklerim’ adıyla yayınlanan, onuncu kitabımdır. 78 yaşımı ikmal etmiş biri olarak, Büyükada’nın değişen demografik yapısına, geçmişi öğretmek ve aşılamak adına hareket ederken, asla bir kırgınlık içinde değildim, çabalıyorum, çabalamaya devam edeceğim. Yeni göç edenlere nerede yaşadıklarını bilmeleri için yazıyorum, yazacağım. Amacım; doğup büyüdüğüm ve tabii ki beni yetiştiren toprağıma bir nebze de olsa borcumu ödemektir.
Kitabınızda “Cumhuriyet’in ilk öğretmenleriyle öğrenim görmek bize çok şey kattı. Bugün hayatımızda uygulanmayan adab-ı muaşereti, bizler daha ilkokul sıralarında öğreniyorduk.” İfadelerini okuyoruz. Bugünkü Türkiye’nin genç nüfusa sahip bir ülke olduğunu düşünürsek klasik anlamda bir adab-ı muaşaret eğitimi yine verilebilir mi okul sıralarında ya da bunun bir karşılığı olur mu sizce? Ne dersiniz?
Anadolu’dan göç ile 1919 yılında gelen bir baba ve Rus harbinde Batum’dan gelen bir ailenin kızı olan annemin Büyükada’daki evliliklerinden doğan üç kardeşinden biriyim. Evet Türkiye Cumhuriyeti’nin Latin harflerine geçişindeki ilk öğretmenlerinin eğitimi ile büyüdüm. Annem ve babam yaşadıkları Büyükada’da Rum, Ermeni ve Yahudiler ile birlikte yaşarken, onların da yaşamlarından öğrendikleri ‘kent soylu’ kavramını, ‘laik Cumhuriyet bireyi’ olmayı öğrenip, özümleyip bize aktarırken, adab-ı muaşeretin ne olduğunu da gıdım-gıdım beynimize zerk ettiler. Bu toplum böyle eğitildi. Ne yazık ki 1950 yılından bu yana, yaşamımızın vazgeçilmezi olacak ‘adab-ı muaşeret’ demokrasi adına unutuldu ve katledildi.
Bugün, her zamanımızı alması gereken bu mefhuma çok ihtiyacımız var. Küçüğün büyüğe saygısı, büyüğün küçüğe sevgisi ve hoş görüsü, olaylara toleranslı bakışımız, ne yazık ki yok denecek kadar azaldı. Köyden kente akışın beraberinde getirdiği, ‘kent soylu olamamak’ negatifliği, ne yazık ki önce ailede başladı. O zaman bu işe okullarda eğitim ile başlamak da bence kaçınılmaz.
ŞİMDİ DE ELEKTRİKLİ ARAÇLAR ADALILARI RAHATSIZ EDİYOR
Adalar, bir dönem faytonlarla ilgili haberler çok gündeme geldi. Atların maruz kaldığı koşullar sanırım oldukça kötüydü. Sonuç olarak fayton kültürü ortadan kalktı tamamen. O süreci adada yaşayan birisi olarak anlatır mısınız? Nostaljik olarak bu kültürün devamı için herhangi bir girişim yapılıyor mu sınırlı sayıda da olsa?
Çocukluğumda ve gençliğimde Ada’da fayton bir simgeydi. Faytonu simge yapan da tabii faytoncuların temiz giyimli, hayvanlarına iyi bakan, müşterilerine saygılı kişiler olmalarıydı. Kısaca; mesleklerine saygılı esnaflardı. Yaşar Kemal’in dediği gibi “O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna insanın piçine kaldık.” Benim inancın şudur ki; bu sınırlı da olsa herhangi bir girişim yanlış olur. Kiralık bisiklet ve üç tekerlekli elektrikli araçların Ada’yı ve Adalıları şimdilerde nasıl rahatsız ettiğini anlatamam. Adadaki bu esnafın ekonomik aç gözlülüğü, sanırım arabacı esnafıyla eş değerde ve mülki erkan da bu kötü gidişi seyrediyor.
“Kadir geceleri camiye gayri Müslimler de gelirdi. Çocuk halimle onların din değiştirip Müslüman olduğunu zanneder, bunu anneme anlatınca düşüncemin yanlış olduğunu öğrenirdim. Annem, biz Noel’de nasıl kiliseye gidiyorsak onların da camiye gelebileceklerini anlatırdı,” ifadeleriniz var kitapta. Yakın geçmişe ait bu satırlar şimdiki okurlar için imkânsız gibi geliyor. Bu barış ortamı nasıl sağlanıyordu o dönemlerde?
Bu sorunuza tek satırla cevap vereceğim. Bahsettiğiniz konunun ‘şimdiki’ okurlar için imkansız mı geliyor? O zaman ‘laikliğin’ barış olduğunu anlasınlar lütfen.
lkokuldayken öğretmeninizin isteğiyle sınıfa gazete getiriyormuşsunuz okumak için: Yeni İstanbul Gazetesi. Şimdilerin kutuplaşma ortamında bunu yapabilmek çok zor. Sizin döneminizde bu konuyla ilgili herhangi bir sıkıntı yaşandı mı?
İlkokula 1950 yılında başladım. İktidarda Demokrat Parti, muhalefette Cumhuriyet Halk Partisi vardı. Basındaki kutuplaşmayı iki gazete üstlenmişti. Demokrat Parti’nin gazetesi ‘Zafer’, Cumhuriyet Halk Partisi’nin gazetesi ‘Ulus’ idi. Diğer gazeteler; Hürriyet, Yeni İstanbul, Yeni Sabah, Akşam, Milliyet, Vatan ve diğerleri bu kamplaşmanın içinde değillerdi. Öğretmenimizin de seçimiyle Yeni İstanbul gazetesini alıyorduk. Bugün böyle bir şeyin oluşması için şartların aynı olduğunu söyleyemem.
DEMOGRAFİK YAPI BOZULDU
6-7 Eylül olayları ve 1964 sürgününden sonra Rumlardan geriye kültürel olarak ne kaldı adada? Günümüzde demografik bir hareket söz konusu mu?
Bu iki sorunuza kısa bir cevap vermem mümkün değil. Umarım bu konularla ilgili geniş bir röportaj yapma şansımız olur. Kısaca bu konudaki sözlerim şudur; 6/7 Eylül 1955 olayları, o dönem Özel Harp Daire Başkanı olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun beyanı ile ne yazık ki ‘başarılı bir özel hap işidir’. 1964 sürgünü de Kıbrıs konusunda, Türkiye’nin ısrarlarına rağmen Yunanistan’ın barış masasına oturmaması üzerine, Türkiye’nin ne yazık ki (1925 mübadelesi dışında tutulan İstanbul’daki Rumların) 1930 yılında Yunanistan ile imzalanan ‘İkamet, Ticaret ve Seyr-ü Sefain Antlaşmasını’ tek taraflı feshetmesi sonunda doğdukları topraktan kovması ile sonuçlandı. Bunun acısını Yunan tebaalı Rumlar Yunanistan’a gittiklerinde çok çektiler. Yunanlılar onları ‘Türkos poros’ yani ‘Türk tohumu’ olarak dışladılar.
Zaten burada da onlara bizimkiler ‘gavur’ demiyor muydu? Bizler de adada onların gidişiyle sarsıldık. Komşularımız, arkadaşlarımız bir gecede zorunlu olarak bizi terk etti. Adanın çok önemli bir rengini kaybettik, siyasetçilerin yüzünden. Kültürel olarak geriye ne kaldı biliyor musun? 1453 yılından bu yana duran Ekümenik Patriklik, kiliseler, yıkılmaya yüz tutmuş Yetim Okulu, öğrenci sayıları düşük okullar ve bir türlü açılmayan Ruhban okulunu saymazsak, gidenler ile bizim aramızdaki arkadaşlığın, dostluğun, kardeşliğin ve aramızdaki barışın yaşadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Adalar’da demografik yapı bozulmuştur ve adada yaşayan çoğunluk ne yazık ki adalı olmamakta veya olamamakta direnmektedir.