Mehmet Eroğlu, yeni romanı ‘Kıyıdan Uzakta’da aşk, evlilik, cinsellik, sevgi, dostluk ve sanat gibi kavramları tartışan bir kadını anlatıyor. “Edebiyatta aşk demek acı demektir” diyen Eroğlu Romeo ve Jülyet’i, Anna Karanina’yı, Madam Bovary’i hatırlatarak “Zaten gerçek yazar, ‘aşkı’ değil, bizi geliştiren, kendimizi duyumsayıp kavramamıza yol açan aşk acısını yazar. Edebiyatta büyük aşklar genellikle yasak aşklardır. Sanatın sevaptan çok günaha yakın olduğunu da unutmamalıyız” diyor.
İNCİ DÖNDAŞ
Bir kadının hayatında kıyı nedir, kimdir? O kıyıdan neden uzaklaşma ihtiyacı hisseder, yoksa bu doğal olarak kendiliğinden mi gerçekleşir? Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı ‘Kıyıdan Uzakta’ Zühal adlı bir kadının hasta annesinin başında beklerken bu sorulara verdiği yanıtları içeriyor. Kış, gece, sabah, akşam, şubat adlı bölümlerde ilerleyen Zühal’ın hikâyesini kocası Selim’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. “Eğer biri seni anlamıyorsa yapayalnızsın demektir” diyen Zühal, yalnızlığını ve yaşadığı acıyı merhamet beklemeden anlatıyor o mektupta. Zühal yaşadıklarını “Kapıyı yeterince uzun çalarsan sonunda birisi açıyor” diye tarif ediyor. Edebi tadı damakta kalan bu kısa romanı Mehmet Eroğlu ile konuştuk...
Öncelikle neden bir novella kaleme aldınız?
Aslında bu uzun mektup başka bir romanın içinde bir yan öykü olarak yer alıyordu. O romanın düzeltmelerini yapan öğrencim, mektubu, yani uzaktaki kadın haline dönüşen öyküyü ayrı bir kitap haline getirmenin çok daha iyi olacağını, bu metnin başka bir romanın içinde, tabir caizse ‘yabana gideceğini, tek başına bir kitap gibi ortaya çıkmayacağını’ söyleyince ben de öneriyi akıllıca buldum. Fikri geliştirdim. Ortaya ‘Kıyıdan Uzakta’ çıktı.
Diğer kitaplarınıza baktığımızda acının, roman kişilerini olgunlaştırması söz konusu. Bu kitapta olgunlaşmayı ilişki üzerinden mi görüyoruz? Aşkı, burada acı bağlamında mı anlattınız?
Edebiyatta aşk demek acı demektir. Romeo ve Jülyet’i, Anna Karanina’yı, Madam Bovary’i hatırlayın. Zaten gerçek -ve akıllı- yazar, ‘aşkı’ değil, bizi geliştiren, kendimizi duyumsayıp kavramamıza yol açan ‘aşk acısını’ yazar. Yazmak için -sanat için de- güçlü, ısrarlı, bizi rahatsız eden bir kaynak, dürtü olmalı. En verimli, en iyi sonuç üreten kaynak acıdır. Edebiyatta büyük aşklar genellikle yasak aşklardır. Sanatın sevaptan çok günaha yakın olduğunu da unutmamalıyız. Kimse sanatın iffetli(!) bir şey olduğunu sanmasın.
Kitaplarınızda genelde toplumsal baskılara maruz kalmış ve hayata tutunmaya çalışan idealist kadınları anlatıyorsunuz. ‘Kıyıdan Uzakta’daki ise son derece kararlı ve ne yaptığını bilen bir kadın. Kadın karakterinizin dönüşüm yaşadığını söylemek mümkün mü?
Bilmem, değerlendirmeyi başkalarına, araştırmacılara ve roman yaşarsa edebiyat tarihçilerine bırakmak en iyisi. Ancak Zühal’in, ‘Kıyıdan Uzakta’nın içinde ele alınan, aşk, evlilik, cinsellik, sevgi, dostluk, sanat gibi kavramları tartışmak için yaratıldığını unutmamalıyız. Kadınla ilgili sorunları tartışmak her zaman toplumsal bir eylemdir çünkü kadın erkekler tarafından baskı altında tutulan, kontrol edilen, ezilen bir varlıktır.
Bir kadının duygularını nasıl bu kadar güzel aktarabildiniz?
Ben evlilik, yaşam sıkıntısı ve bastırılmış cinsel tutkuyla ilgili düşüncelerimi yazdım. Kadınlar bu konularda en çok sıkıntıyı çekenler. Bu konuları derinliğine işleyip ele aldığınızda bir anlamda da kadınların duygularını anlatmış oluyorsunuz diye düşünürüm.
Romandaki kadın karakter yalana dolana başvurmadan duygularını açık açık anlatıyor. Sizin karakterleriniz dürüstlüğe yönelir, onuru, erdemi, ideal olanı tercih eder. Sizin romanlarınız ideal olanı mı anlatmak zorunda?
Hayır, böyle bir zorunluluk yok. Ben dürüst, onurlu, erdemli, idealist karakterleri anlatmaktan çok, hayatlarının bir anında, geldikleri noktada kendilerini bu insani niteliklerle ölçüp değerlendiren insanları anlatıyorum. Karakterlerim kendilerine tehlikeli sorular soran ve korkarak da olsa cevap bulmaya çalışan insanlardır.
Toplumda da romandaki Selim gibi kişiler yok mu? Dışarıdakilere karşı duyarlı ama ailesine karşı aynı duyarlılığa sahip olmayan?
Bilmem. Muhtemelen vardır. Büyük sorunları kovalarken kendi sorunlarını çözemeyen çok insan gördüm.
Bu bir terk ediş öyküsü. Bir kadın umudunu kaybettiğinde mi terk eder?
Her terk ediş bir çaresizliktir, ancak bir anlamda da bir fırsatı değerlendirme isteğidir. Kadınların, binlerce yıllık şartlanmanın, tarım toplumuna geçtikten sonra evde kalmalarının, mülkiyetin erkek elinde toplanmasının sonucunda erkeklere göre daha zayıf konumda olduğunu göz önünde tutarsak, terk etme kararını erkeklere göre daha zor verdiği bir gerçek. Mücadele edecek kararlılığı ve ekonomik gücü olan her kadının umudunu yitirdiğinde terk edebileceğine inanırım. Edebiyat sınırı geçenlerle ilgilidir. Kadınlar açısından terk etme eyleminin bir başka boyutu daha var tabii ki: Çocuk. Eğer kadın çocuk sahibiyse onu düzene mahkûm eden zincirler ikileşir.
Romanlarınızla okuru rahatsız etmeyi de başarıyorsunuz. Bunu neden yapıyorsunuz?
Bir nedeni yok. Bu benim yazma biçimim. Edebiyatın isyana açılan kapısını açık tutmak istiyorum, insanı araştırmak kadar bir anlamda toplumsal mücadele aracı olduğuna da inanıyorum. Edebiyat var olan yarayı kanatır. Kadın sorunu hem ülkemiz hem de bu gezegenin üstündeki en önemli meselelerinden birisi. Kadınları erkekçe bir formata mahkûm ettiğimiz konulardan birisi de cinsellik konusu. ‘Kıyıdan Uzakta’ belki bu konuyu tartışmaya açıyor.
İyi yazmayı popüler olmaya tercih edenlerdensiniz. Bu tercihin sebebi nedir, 100 yıl sonra da hatırlanmak mı?
Popülizm halkın budalalığıyla beslenir. Budalalığın hiçbir haline katlanamam. Niyetim tabii ki kalıcı olmak. Bunun için de bildiğim, inandığım yolda ilerliyorum. Yazdıklarımın kalite kontrolü benimle başlıyor. Beni mutlu etmeyen hiçbir şeyi yayımlamam. Yazarken de asla okuru gözetmem. Yazar dediğiniz okurdan daha yukarıdan bakarak yazmalı...
EDEBİYAT, ÖLÜME KARŞI KOYABİLMEK İÇİN YAPTIKLARIMIZDIR
Temalarınızdan en belirgini ölüm. Hatta bu novellanızda “Yaşlılık ancak ölümle iyileşebilecek bir hastalık, hem de ağır hastalık” diyorsunuz. Ölümü sizin için bu kadar cazip kılan nedir?
Ölüm o kadar değerlidir ki, Tanrı kendisi dışında kimseye bağışlamamıştır bunu. Ölüm olmazsa, hayat olmaz çünkü hayatı insanın ölümüne kadar geçen kısa dönemin içine sığdırdıkları olarak tanımlıyoruz. Unutmayın canlılar içinde ölüm bilinci sadece insanda vardır. Ölüm, hayatı taçlandıran bir olgudur. Hemen hemen bütün önemli kavramların ölçüsüdür; aşkın, cezanın, sevginin… Ayrıca en büyük eşitleyicidir de. Zengin fakir, iyi kötü, beyaz kara, kısa uzun, güzel çirkin; ne olursanız olun sonunda ölürsünüz. Ölüler eşittir. Edebiyatta unutulmaz karakterleri hatırlayalım: Aşil, Don Kişot, Romeo ve Jülyet, Madam Bovary, Anna Karanina, Hamlet, Macbeth… Hepsi hikâyenin sonunda ölürler. Ölümsüzlüklerini ölmelerine borçludurlar. Ölümün olmadığı bir dünyada edebiyat, sanat ve kültür de olmazdı. Çünkü bu eylemler ölüme karşı koyabilmek, katlanabilmek için yaptıklarımızdır.
KADINLAR KENDİLERİNE ERKEK GÖZÜYLE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ
Türkiye’de bir yanda şiddet mağduru kadınlar, diğer yanda sistemin ezdiği kadınlar öte yanda sizin anlattığınız gibi içinde bulunduğu şartlara baş kaldıranlar... Siz kadınlara başka bir seçeneğin mümkün olduğunu göstermek için mi yazıyorsunuz?
Kimseye akıl öğretme niyetim yok. Ancak kadın dendiğinde akla ilk gelen kavramı hatırlayalım: Ahlak; daha doğrusu kadın ahlakı. Toplumsal ve vicdani yönü ihmal edilen, kadınların boynuna yular geçirmeye yarayan bu kavramın yarısı dini kurallar ve geleneklerden, diğer yarısıysa yasaklardan oluşmuştur. Namus diye adlandırılan yasakların çoğu kadınlara yöneliktir ve aslında kadınlara sahip olmanın, onları erkek boyunduruğuna almayı hedefleyen taşralı, erkeksi bakış açısına -sözde- ahlaki bir temel oluşturur. Evet, cinayet kötüdür ama namus cinayeti –bırakın toplumsal hoşgörüyü, kanunlar nezdinde bile- mazur görülebilir. Özetle, namus dediğimiz bu şey çoğu kez kadınlara yönelik bir yasaklar manzumesidir. Öyle ki, kadında namussuzluk(!) sayılan eylemler, nedense erkekte bir meziyet olarak görülür. Kabul edelim: Ülkemizdeki kadına yönelik şiddet, namus(!) cinayetleri, ekonomik eşitsizlik gibi sorunların çözülmesinde kadınların da yapacağı şeyler de var: Evet kadınlar bizi emzirip severler ama akıllarımıza dokunmazlar. Akıllarımızı biçimlendirmek hep babalarımıza bırakılmış bir iştir. Bu değişmeli. Kadının hapsedildiği hücrenin sol duvarı erkekler, sağ duvarı din, arka duvarı ahlak tarafından inşa edilmiştir ama ön duvarının da kadının kendi öz bilinci tarafından oraya yerleştirildiğini unutmamalıyız. Kadınlar kendilerine erkek gözü ve gözlüğüyle bakmaktan vazgeçmelidir.
Kıyıdan Uzakta
Mehmet Eroğlu
İletişim Yayınları
99 sayfa / 12 TL