Hukukçu Nesibe Kırış 'İstanbul Sözleşmesi, Avrupa ülkeleri dışında da birçok ülkeye ışık tutmuş; uluslararası sözleşmeler ve iç kanunlarda giriş bölümünde referans olarak gösterilmiş bir metin' diyor.
İstanbul Sözleşmesi’ne dair tartışmalar bir aydır gündemde yerini koruyor. Sözleşme metninde tartışma konusu olan maddeler üzerine hem sözleşme destekçileri hem de sözleşmeye karşı olanlar birçok yerde konuştu ve yazdı. Peki, sözleşmenin hikâyesini ne kadar biliyoruz?
Türkiye’nin uluslararası bir norm haline gelmeye başlayan “kadın politikalarına” uyum sağlaması Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) ile başlıyor. Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde hazırlanmış bu metne 1985’te taraf oluyor ve BM’nin 9 temel insan hakları metninden biri olarak nitelendirdiği bu sözleşmeyle, kadın haklarının insan hakları olduğunu uluslararası alanda kabul ederek kadına yönelik ayrımcılığı engellemek adına büyük bir adım atıyor.
CEDAW metninde; istihdam, eğitim, siyaset gibi alanlarda kadına karşı ayrımcılığa dair önlemler üzerinde durulurken, hane içi durum ve şiddete ilişkin herhangi bir hüküm yer almamaktadır. Ne var ki sözleşmenin hazırlanış aşamasında kavram olarak dahi dile getirilmeyen “şiddet” sorununun; CEDAW Komitesinin izlediği/denetlediği devletlere dair oluşturduğu raporlarda ve STK’lar tarafından hazırlanan gölge raporlarında dünya genelinde yaygın olduğu tespit edilmiştir. 16 sene boyunca Türkiye’yi temsilen komitede bulunan Prof. Dr. Feride Acar, her raporlama döneminde şiddet sorunun ne kadar merkeze oturduğunu ve ayrımcılığın son raddesi olarak nitelendirilmeye başladığını dile getirmiştir. CEDAW’ın 19 numaralı genel tavsiye kararında ise kadına karşı şiddetin kadına yönelik bir ayrımcılık türü olarak anılması gerektiği, bir insan hakları ihlali olduğu somutlaştırılmıştır. 2000’lerin başında şiddet tanımı ve buna dair önlemlerin alınması gerekliliğinin uluslararası alanda daha çok konuşulduğu açıkça görülmüştür.
Bu süreçte Türkiye’nin, yasal düzenlemelere giderek kadın ve insan haklarına dair ilerleme katettiği kaydediliyor, hatta 2004-2005 yılı Avrupa Komisyonu İlerleme Raporları’nda bu gelişimden söz edilerek eşitlikçi politikaların daha da geliştirmesinin hedeflendiği belirtiliyor. Aynı dönemde, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi tarafından şiddeti önlemek amacıyla uluslararası politikalar üretmek için 8 kişiden oluşan bir görev gücü ekibi kuruluyor. 2006-2008 arasında yoğun şekilde çalışarak üye devletlerdeki mevcut uygulamaları raporlayan ve geliştiren Prof. Dr. Feride Acar’ın da uzman kimliğiyle içerisinde bulunduğu ekip, bir sonuç metni oluşturarak bunu karar verici mercilere sunmuştur. İlgili metnin ilk maddesinde ise bütün dünyaya örnek olacak ve hukuki bağlayıcılığı olan bir sözleşmeye ihtiyaç olduğu belirtiliyor. İstanbul Sözleşmesi böyle bir arka plan üzerine inşa edilerek geliştirilmeye başlanırken, 2009 yılında hane içi şiddete yönelik güncel içtihadın temelini oluşturan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Türkiye aleyhine hak ihlali kararı verilen Opuz v. Türkiye kararı yayınlanıyor. İlgili karar sonrası, Avrupa Konseyi’nde hane içi şiddeti önlemeye yönelik sözleşmenin acil temellendirilmesi gereken bir ihtiyaç olduğunu tekrarlanarak Bakanlar Kurulu tarafından çalışmalara başlanıyor. Öncelikli olarak, 47 üye devletin delege gönderilmesi, sözleşmenin hazırlanması ve müzakere edilmesi öngörülüyor. 2009-2011 seneleri arasında yapılan çalışmalarda Prof. Dr. Feride Acar da Türkiye Cumhuriyeti delegesi olarak yer alıyor. Acar bu süreçte Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ni Avrupa düzleminde çok açık bir şekilde savunduğunu özellikle belirtiyor. Hatta, Dışişleri Bakanlığı’nın “Biz uluslararası düzlemde en ileri insan hakları neyse onu savunan bir görüşün temsilcisi olmalıyız. Şu veya bu nedenle bir takım ileri tedbirleri veya kadın haklarına özünde aykırı olduğu meseleleri gelenek vs bahanelerle savunmayalım” sözlerini söyleyerek kendisini delege olarak görevlendirildiğini de dile getiriyor. Yani sözleşmenin oluşturulma sürecinde; ön hazırlıktaki 8 ülkeden biri ve müzakere sürecinde etkin rol oynayan ülkelerden birinin Türkiye olduğu dış politikada açıkça görülüyor. Türkiye müzakere sürecinde, sözleşmenin kadın haklarını en fazla koruyacak, şiddete en etkin şekilde engelleyecek en fazla mücadele eden kanadında yer alıyor. Metnin imzaya açıldığı 2011 senesinde Türkiye Avrupa Konseyi Dönem Başkanı konumunda ve sözleşmeyi destekler pozisyonda, hatta bu süreçte sözleşmeye pek yakın durmayan ülkeleri ısındırmak için Türkiye’nin etkin rol oynadığı söyleniyor. Müzakere devletlerinin hepsinin sözleşmeyi kabul etmesiyle dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun davetiyle İstanbul Çırağan Sarayı’nda sözleşme imzaya açılıyor ve Türkiye imzalayan ilk ülke oluyor.
Sözleşmenin gerekliliklerinin yerine getirilmesi için Türkiye 1 yıl sonra sözleşmeyi TBMM’den geçiriyor. Hatta genel kurulda sözleşme 24 Kasım tarihinde bir gece oturumunda oylanıyor. Dönemin bütün partilerinin olumlu oyuyla meclisten geçen sözleşme, 25 Kasım Dünyada Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele gününde Resmi Gazete’de yayınlanıyor. İstanbul Sözleşmesi fazlasıyla önemsendiği ve yürürlükteki yasaların da bu hassasiyetle düzenlenmesi istendiği için dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin liderliğinde toplanan ve sivil toplum-devlet alışverişiyle hazırlanan 6284 sayılı kanun ortaya çıkıyor. Fakat 6284 sayılı kanunda, sözleşmede yer alan önleme, koruma, kovuşturma/cezalandırma ve entegre politikalar oluşturma olarak sınıflandırılan dört prensipten sadece önleme ve kovuşturma/cezalandırma maddeleri bulunuyor. Sözleşmedeki en önemli görülen prensip olan “entegre politikalar oluşturma” konusunda ise Türkiye hep eksik görülüyor hatta İstanbul Sözleşmesi izleme grubu GREVIO “açıkça devlet kadın erkek eşitliği konusunu içine yeterince sindirememiştir.” diyor. Bu sebeple, Türkiye’nin birleştirici politikalar konusunda gelişme göstermesi gerektiği vurgulanıyor.
Sözleşme öncesi zemindeki farkındalık, sözleşme fikrinin kesinleşmesiyle başlayan ön hazırlık ve müzakere aşamaları, taraf devletlerin ikna süreci, sözleşmeyi imzaya açarken yapılan davetler, sözleşmenin devlet içerisinde kabul edildiğini kanıtlayan meclis görüşmeleri, sözleşmeyi daha etkin kılmak için kısa sürede çıkarılan koruyucu kanun ve ilerleyen politikalarla Türkiye 2006’dan beri İstanbul Sözleşmesi’nin yanında. Hikâyede öncü olunduğu ve en baştan beri sözleşmenin Türkiye tarafından ne denli kucaklandığı her adımda açıkça görülüyor. Fakat, 2004-2005 Avrupa İlerleme Raporları’nda kadın ve insan haklarına dair gelişmeler aktarılırken 2019 raporunda “İnsan hakları ve temel haklar hususlarında ciddi gerilemeler devam etmektedir.” ifadesiyle anılıyor.
İstanbul Sözleşmesi, Avrupa ülkeleri dışında da birçok ülkeye ışık tutmuş; uluslararası sözleşmeler ve kanunlarda giriş bölümünde referans olarak gösterilmiş ve takdirle karşılanmış bir metin. Amerikalılar Arası İnsan Hakları Komisyonu nezdinde oluşturulmuş Belem Do Para Sözleşmesi ve Afrika Birliği tarafından kurulan bir insan hakları aracı olarak görülen Maputo Protokolü’ne zemin oluşturmuş örnek bir sözleşmenin her adımında Türkiye öncü ve destekleyici olarak anılıyor. Umuyorum ki hikayenin her köşesinde Türkiye’nin olumlu anıldığı itibarı, sözleşme feshedilerek farklı bir yöne çekilmez. Böyle evrensel bir inisiyatife öncü olmuş bir ülkenin, sözleşmenin daha etkin uygulanması adına bütünleyici politikaları ve denetleyici mekanizmaları güçlendirerek bir kez daha raporlarda ve dünya siyasetinde kadın ve insan haklarında ilerleme kateden bir ülke olarak anılması temennim.