Türkiye’de yaşanan zorbalığa son vereceklerini söyleyen DEVA lideri Babacan “İktidar gücünü ele geçirenlerin yaşam tarzını topluma dayatmasını kabul etmiyoruz” dedi. Demokrasi vurgusu yapan Babacan “Devletin yaşam tarzını dönüştürme gibi bir görevi olamaz. Buna özgürlükçü demokrasi denmez. Artık bu döngünün kırılması gerekiyor, gerçekten demokrat bir duruşa ihtiyaç var” ifadelerini kullandı.
Tablo bir sene öncesine göre değişti. İktidara yoğun destek vermiş ilçelerde dahi vatandaşın toleransı kalmadı. Artık tahammül etmek istemiyorlar. Bu sene insanlar daha rahat konuşuyor. ‘Çek kardeşim’ diyor. Korkmadan konuşuyor olmak mutlaka bir çözüm getirir.
Gücü eline geçirenin kendi düşünce ve yaşam tarzını tüm kesimlere dayatması yanlış. Devletin yaşam tarzını dönüştürme gibi bir görevi olamaz. Buna özgürlükçü demokrasi denmez. Artık bu döngünün kırılması gerekiyor, gerçekten demokrat bir duruşa ihtiyaç var.
(BAE-Afganistan) Dış politikada hükümetin ne sorunları çözme ile ilgili bir duruşu var, ne de fırsatlara baktığı. Sürekli zikzak, yalpa yapıyor. Bu kadar bir uçtan bir uca savrulmak ülkeye itibar kazandırmaz. Havalimanı takıntısı nereden geliyor anlamıyorum, bir gün ortaya çıkar.
TÜRKİYE’DE DEMOKRATİK BİR DURUŞA İHTİYAÇ VAR
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, İstanbul’da partisinin Sancaktepe ilçe binasının açılışında konuştu.
Türkiye’de yaşanan zorbalığa son vereceklerini söyleyen DEVA lideri Babacan “İktidar gücünü ele geçirenlerin yaşam tarzını topluma dayatmasını kabul etmiyoruz” dedi. Demokrasi vurgusu yapan Babacan “Devletin yaşam tarzını dönüştürme gibi bir görevi olamaz. Buna özgürlükçü demokrasi denmez. Artık bu döngünün kırılması gerekiyor, gerçekten demokrat bir duruşa ihtiyaç var” ifadelerini kullandı.
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Türkiye’de vatandaşın yaşadığı sorunlara ilişkin KARAR TV programcısı Semra Alkan’a konuştu
Zamanında iktidar partisine oy vermiş vatandaşların bile artık yaşananlara toleransının kalmadığını söyleyen Babacan “Nöbetleşe zorbalığa son vereceğiz” çıkışını KARAR’a anlattı: İktidar gücünü ele geçirenlerin yaşam tarzını topluma dayatmasını kabul etmiyoruz. Seçimlerden sonra oluşacak yönetimde, çoğulcu bir demokrasi anlayışı hâkim olmalı. Tablo bir sene öncesine göre değişti. İktidara çok yoğun destek vermiş ilçelerde dahi vatandaşın toleransı kalmadı. Artık katlanmak ve tahammül etmek istemiyorlar. Bu sene insanlar daha rahat konuşuyor. ‘Çek kardeşim’ diyor. Korkmadan konuşuyor olmak mutlaka bir çözüm getirir” dedi.
Ekonomik sıkıntılara da değinen Babacan “Tablo bir sene öncesine göre değişti. İktidara çok yoğun destek vermiş ilçelerde dahi vatandaşın toleransı kalmadı. Artık katlanmak ve tahammül etmek istemiyorlar. Bu sene insanlar daha rahat konuşuyor. ‘Çek kardeşim’ diyor. Gelir dağılımı çok bozuldu. Orta sınıf çöktü. Mali durumu iyi olan az sayıda grup var. Ekonomi bu kadar sıkıntıdayken, seçim yapıp risk alacağını zayıf bir ihtimal olarak görüyorum. Ama ortaklık bozulursa bilemem” ifadelerini kullandı.
Babacan açıklamalarının devamında şunları kaydetti:
“Elinizi nereye atsanız sıkıntı çok büyük. Sorunları çözemezler çünkü kadro, ortak akıl üretme derdi yok, istişare kültürü bitti, bilim ve akıl ışığında kararlar alınmıyor. Bir kişinin duygularıyla ülkenin önemli kararları alınıyor. Strateji, politika yok. Her gün bir adım oraya, bir adım buraya, zikzaklar, u dönüşleri. Gücü eline geçirenin kendi düşüncesini, yaşam tarzını toplumun tüm kesimlerine dayatması yanlış bir şey. Buna özgürlükçü demokrasi denmez. Artık bu döngünün artık kırılması gerekiyor, bundan sonraki seçimlerden sonra oluşacak artık yönetimde, iktidarda çoğulcu bir demokrasi anlayışının hâkim olması lazım. Gerçekten demokrat bir duruşa ihtiyaç var. Dış politika alanına baktığımızda da hükümetin ne sorunları çözme ile ilgili bir duruşu var, ne de fırsatlara baktığı var. Hükümet sürekli zikzak yapıyor, sürekli yalpa yapıyor. Şimdi havalimanı takıntısı nereden geliyor onu anlamıyorum, o bir gün ortaya çıkar.”
Röportajın tamamı şu şekilde:
Türkiye’nin genelinde il ve ilçeleri yoğun bir şekilde geziyorsunuz. Artık İstanbul’a da adım attınız. Özellikle sahada gördüğünüz nedir? Vatandaşın canını yakan, özellikle belirtmek istediği meseleler nelerdir?
Dün Düzce’nin ilçelerindeydik. Cumayeri’ndeydik. Akçaabat’taydık. Düzce merkezde de kısa bir cuma namazı vesileyle bir girdik, çıktık. Bugün Sancaktepe’deyiz. Vatandaşlarımızın zamanında iktidar partisine çok yoğun destek vermiş olduğu illerde ve ilçelerde dahi vatandaşlarımızın artık olan bitenle ilgili bir toleransının kalmadığını ben gittikçe daha fazla gözlemliyorum. Yani daha fazla artık katlanmak ve tahammül etmek istemiyorlar. Gittiğimiz yerlerde öncelikli olarak daha önceki seçimlerdeki tabloya bakıyoruz. Yani ziyaret edeceğimiz illerde hangi partiye ne kadar destek olmuş, ne olmuş diye. İktidar partilerini yoğun desteklemiş illerde ve ilçelerde dahi tablo mesela baya değişik. Geçen seneye göre, bir sene öncesine göre baya değişmiş durumda. İlk saha çalışmalarımızdan bu yana bir yıl geçti. Bir yıl öncesine göre insanların iktidar partileriyle alakalı tutumlarının daha soğuk olduğunu ve arayışlarının daha yoğunlaştığını görüyoruz. Bu herhâlde önemli bir eşik…
En çok neden şikâyet ediyorlar insanlar?
En çok neden şikâyet ediyorlar insanlar? Ekonomiyle ilgili konular tabi gündemin başında yani, kuşkusuz. İşsizlik, hayat pahalılığı özellikle… İşsizlik sadece işsiz vatandaşlarımızı ve onların akrabalarını ilgilendiriyor. Ama hayat pahalılığı herkesi ilgilendiriyor. Özellikle gıda fiyatlarının gelmiş olduğu nokta gerçekten çok ürkütücü ve vatandaşlarımızı çok zorluyor. Sabit gelirli vatandaşlarımızın maaşı resmi enflasyon oranında artırıldı. Ama gerçek çarşı pazar enflasyonu bunun çok üzerinde. Geçim sıkıntısını çok yerde görüyoruz. Dün, işte önümüzü kestiler, cuma çıkışı esnasında. Düzce merkezde bir vatandaşımız “Kömür almaya gittim, param yetmedi. Üç gün sonra bir daha gittim. Baktım, zam gelmiş” diye belirtti.
Kömür ve akaryakıt, A’dan Z’ye doğalgaz fiyatları arttı biliyorsunuz. Elektrik fiyatları çok yüksek ve sabit gelirli vatandaşlarımızın geliri bu kadar artmadı. Öyle olunca, tabi fiili bir imkânsızlık sahada çok yaygın. Gelir dağılımı çok bozuldu. Bir yandan bakıyoruz lüks tüketimin olduğu alanlarda bir hareket var. Lüks otomobil satışları iyi gidiyor. Bu yıl Bodrum’a gitmedim ama Bodrum’a giden arkadaşlar bir masanın hesabının 10 bin TL’dan, 15 bin TL’dan aşağı olmadığını söylüyor. Yani kişi başı 1.000 TL, 2.000 TL hesap ödeyip kalkıyor Bodrum’daki restoranlarda. Ama öte yandan da bakıyoruz, yani kâğıt toplayan, çöp atığı toplayan vatandaşlarımızla bir aradaydık. Yani günlük 80 TL için, 100 TL için gün boyu o çekçek arabalarıyla çöplerden kâğıt, plastik ve atık malzemesi toplayıp ve bunları satıp, bunla geçinen de ciddi bir kitle var bu ülkede.
“Orta sınıf çöktü. Orta direk çöktü”
Gelir dağılımı çok bozuldu. Orta sınıf çöktü. Orta direk çöktü. Orta direk diye tabir edebileceğimiz bir sınıf yok. Yani ya gerçekten mali durumu iyi olan az sayıda grup var. Ama bir de çok geniş kitleler var. Büyük yoksulluk ve çaresizlik içindeler… Kâğıt toplayanların olduğu yerde depoda küçük iki çocuk vardı. Biri üçüncü sınıf, biri de sekizinci sınıfa gidiyormuş. Babalarının yanındalar. Babaları “eğer bu çocuklarımız köyde kalsaydı, bunlar okumayacaktı. Ya tarlada çalışacaktı, ya mevsimlik işçi olacaklardı. Bunları ben okutmak için çöpten atık malzeme topluyorum ki bu iki çocuk okula gidebilsin” diye belirtti.
Dolayısıyla bu ciddi bir sorun ve TÜİK’in verileri de aslında bunu saklayamıyor. TÜİK’in verilerine bile baktığımızda gelir dağılımıyla ilgili pek çok gösterge bunu teyit ediyor. Örneğin en zengin yüzde 5 ile en fakir yüzde 5 arasındaki gelir farkı daha bir sene önce 22 katken son verilerde 26 kata çıkmış durumda, 1 yılda…
Gini Katsayısı vardır. Bu meşhur gelir dağılımını ölçen katsayı. Biz onu 2002 yılında başladık, ta 2013, 2014’e kadar sürekli düşürdük. Yani Gini Katsayısı düştükçe gelir dağılımı düzeliyor demektir. Sonra bu sabit gitmeye başladı ve şimdi artmaya başladı. Son yıllarda Gini Katsayısı artıyor. Yani TÜİK’in açıkladığı veriler de bile gelir dağılımının bozulduğunu görüyoruz ki TÜİK biliyorsunuz, mümkün olduğunca artık makyajlayıp makyajlayıp veri açıklıyor. Gerçek rakamları bilemiyoruz. Dolayısıyla bütün bu tablo gerçekten son derece üzücü, kaygı verici ama bizim açımızdan da bir yandan bizi daha çok çalışmaya da teşvik eden bir tablo aynı zamanda. Yani iyi ki bu işe başlamışız diyoruz, iyi ki yola çıkmışız. Çünkü büyük bir ihtiyaç şu anda. Vatandaşlarımızın gerçekçi bir alternatif görmeleri önlerinde büyük bir ihtiyaç. Evet, iktidarda sorunlar var, ama muhalefet partileri arasında da böyle gerçekten bu ülkeyi yönetecek, hemen teslim alacak bir kadro olması önemli. Dolayısıyla biz bunun için yola çıkmıştık, iyi ki başlamışız diyoruz. Yani ihtiyaç gittikçe büyüyecek, bundan sonra daha da büyümeye devam edecek ve seçim günü geldiğinde, artık ne zaman olur onu bilemiyoruz.
Yakında erken seçim bekliyor musunuz?
Bu şartlarda ülkenin ekonomisi bu kadar sıkıntıdayken, bu kadar yoğun şikâyet varken hükümetin seçim yapıp da bir risk alacağını ben zayıf bir ihtimal olarak görüyorum. Ama ortaklık bozulursa, bilemem. Yani şu anda bir garip ortaklık var. Bu ortaklık bozulursa her şey de değişebilir. Bir anda her şey de olabilir. Orasını bilemiyoruz, ikisinin arasındaki mesele. Yani bizim partimiz kuruldu kurulalı bu soru sorulduğunda, seçim zamanıyla ilgili sorular sorulduğunda biz 2022 yılının daha yüksek ihtimal olduğunu söylüyorduk hep. 2023 Haziran’a kadar da bekleyebilirler, bakarlar 2022 sonbaharı geldiğinde hala şartlar sıkıntılı, bir 6 ay daha bekleyebilirler. Ne olacak derler yani. Dolayısıyla bizim için çok sorun değil, biz çalışıyoruz, uğraşıyoruz, zaten resmen seçimlere girme hakkını elde ettik biliyorsunuz. O önemliydi bizim için. Biz yarın seçim kararı alınsa, biz hukuken hazırız. Teşkilatımızıda her gün genişletiyoruz. Açılışlar yapıyoruz, kongreler yapıyoruz. Türkiye’nin dört bir tarafında yoğun bir çaba içindeyiz.
“En büyük ikinci sorun da adaletle ilgili konular…”
En büyük ikinci sorun da adaletle ilgili konular… Ama adalet derken sadece yargı değil sosyal adalet, fırsat eşitliği… Bu konularda çok büyük şikâyet var. Eğitimde fırsat eşitliği, gençlerimizin okuldan mezun olduktan sonra çalışırken ki fırsat eşitliği, serbest piyasada, iş dünyasında şirketler arasında fırsat eşitliği. Yani bu fırsat eşitliğinin olmaması ve adaletin olmaması toplumda çok derin yaralar açmış durumda. Bununla ilgili şikâyeti biz adım başı duyuyoruz, dinliyoruz. Yani tabi anne babaların çocukları mezun oluyor, işe girecekler, adamı olmayanın ya da iktidar partisine üyelik kartı olmayanların iş bulması çok zor oluyor. KPSS’de çok yüksek not alıyorlar, mülakatta eleniyorlar. Bu da toplumdaki adalet hissini çok çok örselemiş durumda. Bu da herhalde en önemli ikinci sorun olarak karşımıza çıkıyor diyebilirim.
“Eğitimde hem altyapı sorunu var, hem kalite sorunu var. Yani nereye elinizi atsanız sıkıntı çok büyük…”
Biraz önce muhtarlarımızla beraberdik. Sancaktepe’deki muhtarlarımızla. Eğitimle ilgili sorunlardan bahsettiler. Bir sınıfta 60 kişi var. Ve sabahçı, öğlenci yani ikili eğitim yapılıyor. Bu İstanbul’un göbeğinde oluyor, Sancaktepe’de oluyor. İkili eğitim diye belirtilince acaba dedim 60 kişilik sınıfı 30’a indirmek için mi sabah öğlen yaptılar. Yok dediler. Sabah 60 kişi, öğleden sonra bir 60 kişi daha oluyor dediler. Okul akşam 19.30’da bitiyor dediler. Yani yatsı ezanından sonra ilkokul çocukları okuldan çıkacak, eve gidecek. Eğitimle ilgili sorunlar çok büyük. Hem altyapı sorunu var, hem kalite sorunu var. Yani nereye elinizi atsanız sıkıntı çok büyük…
Şu ana kadar anlattığınız sıkıntılı tablonun önümüzdeki dönemde düzeleceğini bekliyor musunuz? Yoksa bu tablo daha da kötüye mi gider?
Biz sorunların çözüleceğine inansak, nasılsa bu hükümet ülkenin bu sorunları bir şekilde çözer diye düşünsek, o zaman DEVA Partisi’ni kurmazdık.
“Yapamazlar, çünkü kadro yok, bir ortak akıl üretme derdi yok, istişare kültürü bitti, bilim ve akıl ışığında kararlar alınmıyor”
Bu iktidarın bu ülkenin sorunlarına artık kesinlikle kesinlikle çözüm üretemeyeceğine tam inandığımız için, bunlar artık yapamayacak diye kesin kanaate vardığımız için yola çıktık. Yapamazlar, çünkü kadro yok, bir ortak akıl üretme derdi yok, istişare kültürü bitti, bilim ve akıl ışığında kararlar alınmıyor. Yani bir kişinin dürtüleriyle, bir kişinin duygularıyla koskoca ülkenin önemli kararları alınıyor. Pek çok konuda bir strateji yok, bir politika yok. Yani kararlar var. Kararlar böyle günlük adımlar. Her gün bir adım oraya, bir adım buraya, zikzaklar, U dönüşleri…
Şu ana kadar belirttikleriniz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden sonra mı özellikle ortaya çıktı?
Aslında 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi fiilen uygulamaya geçmeden öncede Türkiye de facto bir tek kişi yönetimine girmişti. Yani 2018 seçimlerinden de önce Cumhurbaşkanı, Meclisi de yargıyı da baya bir kontrol ediyordu artık tek başına. Seçimlerden sonra de facto durum de jure hale geldi. Yani mevcut tek kişilik yönetimin etrafına bir hukuki kılıf geçirildi. Sanki hukuka çok önem veriliyormuş gibi. Yani şu anda anayasa rahatça çiğneniyor, kanunlar uygulanmayabiliyor, ama mevcut hâlihazırdaki fiili durum bir bakıma Başkanlık Sistemi olarak adlandırılmış oldu. Bir tabela asıldı yani. Zaten işleyen yeni bir yapı vardı, o yapıya bir de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye bir tabela astılar.
Son dönemde en ufak bir konuda bile kutuplaşma yaşanabiliyor. Ayrıca siz de bugün konuşmanızda “nöbetleşe zorbalığa” son vereceğiz diye belirttiniz. Bu konuyu biraz detaylandırabilir misiniz?
Cumhuriyetimizin 100. yılı yaklaşıyor. Biraz da o çerçevede bir değerlendirmeydi bu. Yakın tarihe baktığımızda bunun maalesef dönem dönem kötü örneklerini gördük. Güzel örneklerde yaşadık, ama kötü örnekleri de gördük. İktidar gücünü ele geçirenlerin kendi yaşam tarzını, kendi dar bakış açılarını topluma dayatmak özellikle yaşam tarzına müdahale, yaşam tarzını dönüştürücü bir çabayla topluma yansıtmak bizim asla kabul etmediğimiz bir yönetim anlayışı. Yani gücü eline geçirenin kendi düşüncesini, yaşam tarzını toplumun tüm kesimlerine dayatması. Bu yanlış bir şey. Herkes kendisi birey olarak çok değerli. Bizim vatandaşlarımızın her birinin bir yaşam tarzı var. Devletin görevi, o yaşam tarzına olduğu gibi saygı duymak, olduğu gibi kabul etmek, her neyse. Yani devletin yaşam tarzını dönüştürme gibi bir görevi olamaz. Buna özgürlükçü demokrasi denmez. Buna çoğulcu demokrasi de denmez. Dolayısıyla bu döngünün artık kırılması gerekiyor, bundan sonraki seçimlerden sonra oluşacak artık yönetimde, iktidarda çoğulcu bir demokrasi anlayışının hâkim olması lazım. Gerçekten demokrat bir duruşa ihtiyaç var. Herkesin farklılıklarını olduğu gibi kabul etmek ve bunu bir zenginlik olarak düşünmek, konuya öyle yaklaşmak Türkiye’nin yönetimdeki temel felsefe, temel ilke olmalı diye düşünüyoruz. Ve bunun için çalışıyoruz. Ve biz burada parti içinde de yaşatıyoruz aslında. Yani bizim partimiz içerisine baktığımız zaman, teşkilat yapımıza baktığımız zaman toplumumuzun bütün farklılıklarını, o çeşitliliğini aslında biz parti teşkilatlarımıza taşımış durumdayız. Ve bunu arkadaşlarımız birbirlerine büyük bir saygı ve anlayış içerisinde yürütüyorlar. Her bir arkadaşımız bir diğerini olduğu gibi kabul ediyor, o öyle diyor yani. Onun diyor kimliği o, onun tercih ettiği yaşam tarzı bu, alışkanlıkları bu. İşte bu, partimiz içerisinde yaşatmaya çalıştığımız bu karşılıklı saygıyı, diğerkâmlığı, bu ruhu biz ülke yönetimine de aynen taşıyalım istiyoruz. Aslında partimiz içerisinde şu meydana geldi. Şunu gördük, zaten hedefimiz de oydu. Türkiye’de insanlar böyle genelde belli mahallelerde yaşıyorlar ve kendi mahallerinin dışına da çıkan çok az oluyor. Yani herkes kendi mahallesine gidiyor, kendi tanıdığı insanlarla haşır neşir. Bizim çatımızın altında ilk defa farklı mahallelerin insanları aynı çatı altında buluşmuş oldu. Bizim insan kaynağı yapımız öyle, teşkilatlarımız öyle, kurucu heyetimiz öyle. Ve bizim amacımız o mahalleler arasındaki duvarları aşağıya indirmekti. Zaten bunu partimiz içerisinde gerçekleştirdik çok şükür. Biraz önce Sancaktepe yönetimdeki arkadaşlarla şöyle bir tanışma turu yaptık. Türkiye’nin her yerinden insanlar var. Ve belli ki eğitimleri farklı, geldikleri sosyal çevre farklı, ama burada bir ekip olmuşlar ve çalışıyorlar, güzel de çalışıyorlar. Yani diğer ilçelerimizde öyle, illerimizde öyle. Tabi ilk başta biraz adaptasyon sorunu olabiliyor, ilk başta yönetimlerimiz kurulduğu anda bakıyorlar, ya işte bana benzemeyen insanlar var diyorlar. Herkes öyle oluyor, sonra aynı hedef için çalıştıkça, birbirlerini daha iyi tanıdıkça bu kaynaşma gerçekleşiyor. Bunun da Türkiye için çok kıymetli olduğunu biz düşünüyoruz. Yani partimizin içinde adeta bir laboratuvar var ve buradaki başarılı sonuçları biz Türkiye’nin sathına taşıma konusunda bir çalışma şekline de girmiş oluyoruz. Dolayısıyla iyi ki bunu yapmışız diyorum. Ülke için çok faydalı, çok kıymetli doğrusu.
Son dönemde üzerinde çok yorum yapılan “korku duvarı” kavramı yıkıldı mı?
Önemli ölçüde. Geçen seneye göre bu sene insanlar daha rahat konuşuyor. Hatta şununla çok sık karşılaşıyoruz, işte bizim arkadaşlarda durmadan kayda alıyorlar. Çek kardeşim çek diyor. İsterlerse beni alıp götürsünler diyor. Ben konuşacağım diyor. Mesela geçen sene pek görmüyorduk bu tür şeyler. Bu sene daha çok görüyoruz. Adım, soyadım bu diyor. Gelsinler, isterse beni alıp götürsünler, yeter artık diyor, konuşacağım artık diyor.
“İnsanların artık sabır sınırları aşılmış, sıkıntı çok büyük, baya dertli herkes”
Bununla çok sık karşılaşmaya başladık. Bu da iyiye işaret, bir yandan tabi. Şu açıdan üzücü. İnsanların artık sabır sınırları aşılmış, sıkıntı çok büyük, baya dertli herkes, o açıdan üzücü. Ama bir yandan da artık o korkmadan konuşuyor olmak Türkiye’nin sorunlarının çözümünün bir başlangıcı aslında. Yani korkmadan konuşuyor olmak, nihayetinde mutlaka bir çözüm getirir. Ve birbirlerine bakıyor insanlar. Diyelim ki etrafınıza o anda 300 kişi var. 300 kişiden bir tane çıkıp korkmuyorum ben, konuşuyorum deyince en az 30-40 kişiye daha cesaret geliyor. Aferin diyor, ben de konuşayım diyor. Bu noktada, konuşma ve dertleşme süreleri arttı. Örneğin, Yenimahalle’de kongre öncesinde bir esnaf ziyaretinde; bir, iki, üç, dördüncüde kaldık, çünkü insanlar uzun uzun anlatıyorlar. Onun için, ülkemiz adına üzücü, ama ülkemizin sorunlarına meşru demokratik siyaset ve çözüm üretme çabasında olan bizler için de cesaretlendirici bir tablo görüyorum ben. Yani, demek ki demokratik meşru siyaset zemininde bu ülkenin sorunlarının çözümü için çalıştığınızda, uğraştığınızda, burada bir ışık görünüyor yani. Ve biz o ışığın peşinde yürüyoruz.
İçeride biz bu konuları hararetle tartışırken dışarıda da çok ciddi gelişmeler yaşanıyor. Örneğin son Afganistan’daki gelişmeler. Ya da Birleşik Arap Emirlikleri’yle görüşme trafiğinin hızlanması. Dış politika özelindeki gelişmeleri kısaca nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye tabi iç sorunlarıyla çok meşgul bir ülke haline geldi. Ve özellikle dış politika alanına baktığımızda da hükümetin ne sorunları çözme ile ilgili bir duruşu var, ne de fırsatlara baktığı var. Hükümet sürekli zikzak yapıyor, sürekli yalpa yapıyor. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri’yle ilişkiler… Bir ay öncesine kadar Birleşik Arap Emirlikleri, hükümetin düşman listesindeyken bugün ne oldu da birden bire diyalog başladı, birden bire oradan yatırım istenmeye başladı. Yani bu hükümetin dış politikayla ilgili yaptıklarını vatandaşa bir anlatması lazım, izah etmesi lazım. Yani ben şu sebeple bunların elini sıkmıyordum, masasına oturmuyordum, bunları düşman ilan etmiştim. Ama bugün de bu sebeple gittim elini sıktım, konuşuyorum, tekrar dost oldum diye bir anlatması lazım. Bu kadar bir uçtan bir uca savrulmak ülkeye itibar kazandırmaz. Yani fırsatçı, işine geleni yapan, gelmeyeni yapmayan...
“Havalimanı yat, havalimanı kalk”
Bir de Afganistan konusuyla ilgili olarak; şimdi havalimanı takıntısı nereden geliyor onu anlamıyorum, o bir gün ortaya çıkar. Dikkat edersiniz Afganistan deyince şu andaki hükümetin kafasında durmadan havalimanı var. Başka bir şey yok. Havalimanı yat, havalimanı kalk. Şimdi ilk önce ne dediler biz dediler havalimanını korumak istiyoruz, bunun için gönüllüyüz. Kime karşı koruyacaksın? Taliban’a. Yani nedir Taliban’a karşı pozisyon alacak. Sonra Taliban, Afganistan yönetimini ele geçirince, Afganistan’a hâkim olunca bu sefer ne dediler? Biz havalimanını işleteceğiz. Üstelik bu işletmemizde Taliban’a meşruiyet kazandıracak. Ya bir dakika, şimdi sen Taliban’a karşı mısın, ona karşı bir pozisyon mu alıyorsun, yoksa onlara bırakın yanında olmayı birde meşruiyet, dünyada meşruiyet kazandırma peşinde mi oluyorsun? Bu ne biçim tutarsızlık? İnanın gülüyorlar yani. Türkiye’nin bu yalpalarına bütün dünya gülüyor ve bu kadar sık hat değiştiren, bu kadar zikzak yapan, dış ilişkilerde bir uçtan bir uca savrulan bir ülkeye yatırım gelmez. Çünkü hangi ülke olursa olsun, o ülkenin yatırımcısı Türkiye’ye yatırım yaparken kendi ülkesiyle Türkiye arasındaki ilişkilere bakar. Ve bu ilişkiler çok iyi olabilir, ama yarın bozulmayacağının bir garantisi yok. Ya ben bu kadar yatırım yapacağım, milyarlarca dolar Türkiye’ye bağlayacağım, ama birden bire Türkiye ya benim ülkemle arasını bozarsa, benim yatırımımın başına bir iş gelirse diye insanlar korkar yani. İlişkilerde bu kadar zikzak, bu kadar gelgit kabul edilemez bir şey.