Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Cumhurbaşkanı’nın adaylığı tartışmaları üzerinden değerlendirmede bulunuyor.
Hannah Arendt, “Karanlık Zamanlarda İnsanlar” adlı yapıtında Bertolt Brecht’in “Bay Keuner Hikâyeleri” kitabında geçen bir öyküye yer verir: “Çok eskiden bir ‘MUKTEDİR,’ muktedirlere nasıl ‘hayır’ diyeceğini öğrendiği bir adamı merak edip onun evine konuk olmuş. Eve girer girmez her şeye egemen olan astığı astık, kestiği kestik muktedir, ‘BANA HİZMET EDECEK MİSİN?’ diye sormuş. Adam ise hiç yanıt vermemiş, ama istemese de ona boyun eğmiş.
Daha sonra muktediri yatağa yatırmış, üzerine bir battaniye örtmüş, yemeğini yedirmiş, o uyurken başında beklemiş. Tam yedi yıl boyunca kendisine katlanıp itaat etmiş. Ancak muktedir, ne dediyse, ne yaptıysa sorduğu soruların yanıtını adamın ağzından hiç alamamış. Yedi yıl boyunca muktedir, sadece emirler verip çok yediği, çok uyuduğu için şişmanlayıp ölmüş. Adam, onu, kirli, berbat bir battaniyeye sarmış, evin dışına atmış. Sonra da dönüp yatağını yıkamış, evinin duvarlarını boyamış, temizleyip rahat bir soluk almış ve o anda muktedirin eskiden sorduğu ‘Bana hizmet edecek misin?’ sorusuna bağırarak şu yanıtı vermiş: ‘HAYIRRR!’”
Yani, asla hizmet etmeyeceğim.
Hemen her şeye egemen olan devlet başkanımız, üniversite çıkışlıları arasında bile ayakkabısını yalayanların ortaya çıktığı bir ortamda Cumhurun Başkanı olarak bir çırpıda şunları söyleyiverdi: “Beceriksizliklerini kabullenmek yerine her hafta bahane üreterek saklama yoluna gidiyorlar. Hukuk skandallarıyla önümüzü kesmeye çalışıyorlar. Kronometre sıfırlandı dedik. Aklınız neredeydi? (Denizli, 28 Ocak 2023). “Şimdi altılı masa ne diyor? Aday olamaz diyor. Size rağmen milletim beni, hem aday yapacak, hem de cumhurbaşkanı yapacak.” (Bilecik, 29 Ocak 2023).
Bu konuşmalardan da anlaşılıyor ki, cumhurun başına göre, hukuku dile getirmek, -ki onlardan biri de benim-bir “bahane,” hatta “skandal;” kendisini aday yapacak olan da, yazılı hukukun kuralları değil, hukuku çiğnemesinde bir sakınca görülmeyen, hatta kışkırtılan “halk”tır.
Demek, anayasa hukuku uzmanlarınca dünyada bir örneği bulunmadığı belirtilen “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin Türkiye’yi güçlükle taşıyıp getirdiği nokta şudur: “Önce hukuk”mu denilecek, yoksa“muktedire evet” mi?
Demek, önümüzdeki seçim, hiç de daha öncekilere benzemiyor. “İnsanlarımızın alın yazıları”nı belirleyeceği için yaşamsal bir önem taşımakta. Kısaca ya herrü (olumlu olasılık) ya da merrü (olumsuz olasılık) denilecek
İlk sınavı, elbette yine hukukçular, yani “Yüksek Seçim Kurulu”nun (YSK) yargıçları verecek. Bu konuda, ne yazık ki, güvensizlik egemen. Çünkü geçmişte YSK yargıçları, her şeyden önce, Anayasa’nın “aynı konuda farklı hükümler” (m. ) arayan ölçütünü, yani “aynı konu” ve “farklı hükümler” deyişlerini göz ardı etmişler, sonra da hukuk bilimini, özellikle de hukukta uyuşmazlıkları üç temel ilke ışığında çözen çok önemli bir konuyu, “normların yarışması” (eski yanlış çevirilme “hükümlerin içtimaı,” “concours de normes,” “concorso di norme”) konusunu hiç umursamaksızın “mühürsüz zarflar geçerlidir” diyerek yürürlükteki bir yasa maddesini eylemli olarak yürürlükten kaldırmışlardı. Bir yasa maddesini eylemli olarak kaldırmak ise, kendilerini Yasama organının ya da Anayasa Mahkemesinin yerine koymak, onların yetkilerini yağmalamak, gasp etmek demekti.
Bu “YETKİ GASPI” (usurpation de pouvoir, usurpazione di potere) ise, hukuksal işlemler açısından hukuk dünyasında en ağır yaptırımı gerektiren bir hukuka aykırılık, kısaca “kesin sakatlık”; yaptırımı da, “YOKLUK”tu (keenlemyekûn, inexistence, inesistenza). Demek oluyor ki, halkoyuna sunulan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi,” tıpkı kaymakamın verdiği bir “tutuklama” ya da “boşanma” kararı gibi, hukuk dünyasında doğmamıştı. Gerçekten böyle bir kararı, savcı da, infaz memuru da, nüfus memuru da yerine getiremezdi. Oysa hukuku hiçbir zaman dert edinmeyen Türkiye, altı yıldan bu yana işte hukuk dünyasında doğmayan bu yeni sistemle yönetilmektedir. Bunu ben demiyorum. Hukuk diyor (juris dictio). Ben ise sadece hukukun dediğini dile getiriyorum. O kadar. Ancak Türkiye, özellikle de Anayasa’ya uyacakları konusunda “şeref andı içenler,” kısaca Türkiye’yi yönetenler, muhalefet de dâhil, kös dinliyor!?
Çünkü benim ülkem, ne yazık ki, oldum olası hukukta önce bir kargaşa, sonra da bir çöldür. Üzücü. Ama gerçek bu. Çok yazık!
Gelelim, şimdiki soruna. Bunun için de tartışılan ana soruyu sorarak başlayalım söze: “Bir kimse kaç kez cumhurbaşkanlığı seçimine girebilir?”
Sorunun yanıtı, yürürlükteki Anayasa’nın İkinci Bölümünde “yürütme” organı içindeki “cumhurbaşkanlığı” kurumunu düzenleyen iki maddede yer almaktadır.
Bunlardan “ADAYLIK VE SEÇİM” başlığını taşıyan ve yeni Başkanlık sistemiyle ilgili olarak, 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Yasa’nın 7’nci maddesiyle değiştirilen metne göre, “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse, ‘EN FAZLA İKİ KEZ CUMHURBAŞKANI’ seçilebilir” (m. 101/2).
Anayasanın “sistematik”ine göre ise, bu madde, yürütme organı olan cumhurbaşkanlığı kurumunun statüsünü düzenleyen kesimde yer almaktadır.
Bu nedenlerle de “temel kural”dır.
“Sözel (lafzi) yorum” açısından ise bu madde, asla ve kata yoruma açık değil, tam tersine kesinlikle kapalıdır. Çünkü yazılı metin apaçıktır (certa). Metni anlamak için hukukçu, hatta ergin bir insan olmaya bile gerek yoktur. Anayasal maddenin sözleri öylesine açıktır ki, lütfen sokağa çıkın ve sorun. İlkokula başlama yaşını, yani 69 ayı (5 yıl 9 ay) doldurmamış bir çocuk bile, birinin ancak iki kez cumhurbaşkanı seçilebileceğini, üçüncü kez seçilemeyeceğini bir çırpıda sizlere söyleyecektir.
Eğer hukukta bir maddenin anlamı, böylesine çok açık, belli ve kesin ise, daha önce de bu sütunlarda belirttiğim gibi, Eski Roma hukukundan bu yana “açıklık varsa yoruma başvurulmaz” (interpretatio cessat claris,” bizim hukukumuzda “mevrid-i nasta içtihada mesağ (izin) yoktur” (Mecelle, m. 13), “sarahat, delâletten üstündür,” “sarahat karşısında delâlete itibar edilmez,” “zahir olan sözlerin tefsire ihtiyacı yoktur,” “yargıç, yasayı söyler, yasa yapmaz” ilkeleri yorum yapmayı yasaklar, saptırmalara, çarpıtmalara asla izin vermez, veremez. Besbelli ki, bir kimse en çok iki kez cumhurbaşkanı seçilebilir demek, üçüncü kez seçimi dışlamak demektir. Burada karşımıza yine bir yorum kurala daha çıkmaktadır:
“Bir şeyi söyleyip belirtmek, başka şeyi dışlamaktır.” (expressio unius est exclusio alterius).
Anayasa’da inceleme konusuyla ilgili olarak yine aynı bölümde yer alan ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi” alt başlığını taşıyan, yukarıdaki Yasa’nın 11’inci maddesiyle değiştirilen bir hüküm (m. 116) daha vardır. Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu hüküm, temel hüküm değil, ayrıklı bir duruma göre sadece bir “AYRIKLI (İSTİSNAİ) HÜKÜM”dür.
Buna göre “Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine (ayrıklı olarak) karar verebilir. Bu halde (yani bu olgunun, koşulun gerçeklemesi durumunda) Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır (fıkra, 1, 2). Yani Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi durumunda, (sadece bu koşul gerçekleştiği takdirde) Cumhurbaşkanı bir kez daha aday olabilir (fıkra, 3.) Demek, Anayasa’nın 116’ncı maddesi, temel hüküm olan 105’inci maddeye ayrıklı (istisnai) bir hüküm getirmiştir. Ancak bu hüküm, yine Roma hukukundan bu yana bilinen yorum ilkesine göre, yani “istisnalar dar yorumlanır,” (exceptiones sunt strictissimae interpretationis) ilkesi uyarınca asla genişletilerek yorumlanamaz. Bu durum karşısında TBMM’nin, nitelikli çoğunlukla seçimlerin yenilenmesine karar vermesi, yani sadece bu koşul gerçekleştiği takdirde aynı kişi, seçmenleri yormamak için, üçüncü kez de Cumhurbaşkanlığına aday olup seçime katılabilecek, bu koşul gerçekleşmediği takdirde ise asla aday olamayacaktır.
Görülüyor ki, her şeyden önce yürürlükteki yazılı hukukun Cumhurbaşkanlığı kurumuyla ilgili metnin hem sözel, hem de sistematik yorumu hukukçuya bu sonuçları zorlamaktadır.
Yalnızca yukarıdaki yazılı kurallar değil, yorumun etik kuralları da hukukçuya aynı sonucu zorlamaktadır. Çünkü yorumun konusu, insan iradesinin ürünü olan düzgünün (norm) somutlaştığı metin (texte); amacı ise, yakın ya da uzak amaçlı ideolojilerle kendinden menkul şairane saptırmalara başvurmaksızın, metnin (Anayasa) bütünü içinde gerçekçi (realist) yoruma bağlı kalarak, onun sahici (sahih, mevsuk, doğru, otantik) anlamını belirlemektir. Bilinçli ve dürüst bir hukukçu, “kelâmda asıl olan, manayı hakikidir” (Mecelle, m. 12) ilkesi gereğince yasanın metnine ve sözlerine bağlıdır; “yasanın sözünden uzaklaşmaz” (a verbis legis non est recedendum), uzaklaşamaz; yorumun yerine kehaneti geçirerek yasa yapıcıya dönüşmez, dönüşemez; yasanın anlamını yozlaştırarak “metni ifsat eden yoruma lanet olsun!” (maledicta est expositio quae corrumpit textum!) deyişinin öznesi olmaz, olamaz; yorumu araçsallaştırarak kendinden menkul istisnalar üretmez, üretemez. Kısaca ilkeli bir hukukçu, “bir şeyi dile getirmenin, başka şeyi dışladığını” (expressio unius est exclusio alterius) ve yine “asıl olanın, geçici (arızi) olanı (da) dışladığını” (Mecelle, m. 9) çok iyi bilir.
Peki, bütün bunlara karşın şimdi neler görmekteyiz?
Yaşananlar, çok açık: Çoğu kez yaşandığı gibi, hukukun dediklerini aşmak için “hile-i şeriye”, “hukuku dolanma” (fraude à la loi, frode alla legge) ustalarının, onların torunlarının hemen harekete geçtiklerini, hukuku yozlaştırma, saptırma ve saçmalama yarışına girdiklerini görüyoruz.
Bu yarışçılara diyeceklerim şunlardır: “Lütfen hiç kimseye boş umutlar vermeye yeltenmeyin. Hukukun gözünde, Büyük Kurtarıcı ve Kurucu Atatürk dâhil, hiç kimseye ayrıcalık tanınamaz. TBMM’yi fesih gibi olağanüstü dönemler için yaratılan ayrıklı düzenleme ve yöntemleri asla gündeme getirmeyiniz ve kimi kişilerin özel amaçlarının aracı durumuna düşürüp hukuka kıymayınız.”
Bu arada hukuk fakültelerini bitirenlere, özellikle adlarının başında bilim sanını taşıyanlara söyleyeceklerim ise daha çok: Efendiler, sizler bilim çağında bile, balina balığından, yunus balığından söz ederek hukuku belirsiz tanım ve açıklamalara (explikandum) kurban etmenin ardında koşmaktasınız. Hukuk öğreniminden geçenlere bu çarpıtmaları hiç mi hiç yakıştıramıyorum. Nasıl hayvanbilimci (zoolojist), balık kavramını, günlük dile göre değil, solungaçlarıyla solunum yapan soğukkanlı hayvan olarak kesin, açık, bilimsel tanımla açıklarsa (explikat), hukukçu da yorumu, sözel, sistematik vb. yorum kurallarına ve dürüstlük ilkelerine göre yapar ve uygular. Buna zorunludur.
Carnap’ın belirttiği gibi, kavram açıklaması ve tanımı, kavramlar dizgesi (sistem) içinde tutarlılığı gerektirir. Dolayısıyla “insan akıllıdır” der gibi, “sistem değişmiştir, artık yeni sistemde bu, üçüncü değil, ikinci seçimdir” diyerek, çarpıtmaları (antinomi), mugalataları; “insan, insandır” der gibi “sistem, yeni sistemdir” gibi “eşsözler”i (totoloji), Osmanlı Türkçesiyle “ tekriri-i merdut”ları, “iade-i mana”ları; “yeni sistem, kimi maddeleri kaldırmıştır” der gibi yanıltmacalara (mugalata) başvurmayı sizlere hiç, ama hiç yakıştıramıyorum.
Bilim adına bunları kınıyorum ve ülkenin inançlı cumhurunun başkanını da, bu saçmalama yarışına sokmaya çalışanları asla dinlememeye, “bilim Çin’de olsa arayınız, alınız” diyen “sözel (kavlî) sünnet”e uymaya çağırıyorum.
Evet, efendiler! Sunulan bu kısa bilgilerin ışığında, eşsöz, çarpıtma gibi tuzaklara düşmemeye özen göstererek, kavramlaştırma, terim ve tanım konularına da çok özen göstererek konuya yaklaşmak gerektiğini unutmamalısınız. Yürürlükteki yazılı hukukun, herkesi, özellikle de, AİHM kararlarına göre en yüksek değer olan “şeref”leri üzerine ant içerek ona uyacaklarını söyleyenleri daha da çok bağlayan Anayasa’nın hükümlerine hepimiz uymalıyız. Halkımız da, onları eylemli olarak kaldırma (ilga) girişimlerini hukuk adına boşa çıkarmalıdır. Hukukumuzda bunların dışında yürürlükte olan yazılı başka bir hüküm yoktur. “Yeni sisteme geçilmiştir, kimi hükümler değişmiştir” gibilerden hukuk fakültesinin birinci sınıfından ikinci sınıfına bile geçmeyi engelleyecek mugalatalara, çarpıtmalara başvurmayı bırakın.
Lütfen yürürlükteki yazılı hukuka saygılı olun ve bu safsataları dile getirenlere de şu soruyu sorun: “Madem ki, öyle diyorsunuz, 1982 Anayasası’nın hangi maddeleri yürürlüktedir? Bunları açıklar mısınız?”
Bu soruyu sorduğunuz anda bocalayacaklar, birilerini kandırmaya, birine de yaranmaya kalkıştıkları, o anda ortaya çıkacaktır.
Bunları gördükçe, İzzet Molla’nın hiç de boş yere söylemediği sözlerini, hem yaranma heveslilerine, hem de yaranılmak istenen kişilere anımsatmak isterim: “Meşhurdur ki, zulm ile olmaz cihan harâb / Eyler anı müdâhene-i âliman harâb.” Unutulmamalıdır ki, zamanla bugünleri anımsayan “halk, müdâhaneden iğrenir (Cemil Meriç) ve bunları yapanları asla unutmaz ve bağışlamaz.
İşte bu yüzden ve bu bilinçle, sözgelimi, Eisenhower’ın başkanlığı sırasında Beyaz Saray’da ABD’nin ünlü üç düşünürü vardı. Görevleri, Başkanın bir gün önceki işlemlerini, yapıp ettiklerini eleştirmekti, övmek değil. Çünkü Batı’da Burutus’lara, ikiyüzlülere asla yer yoktur.
Öyle ki, arkadan vurma, kalleşlik, ikiyüzlülük, Batı ahlakında insanın şerefinin yok eden çok kınanası bir davranıştır. Bu yüzden kovboylar bile hiç kimseyi arkadan vurmaya kalkışamaz, Brutus gibi arkadan vurma dürtüsüyle -ki, bütün Batı dillerindeki, Sözgelimi, Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolcadaki (Brutalität, brutalité, brutality, brutalità, brutalidad) sözcükleri, Brutus sözcüğünden türetilmiştir- insan öldürmenin cezası, dün ölümdü (Eski TCY, m. 450/3), bugünse ağırlaştırılmış ömür boyu hapistir (TCY, m. 82/1-c).
Buna karşılık Doğu’da, Doğu’nun saraylarında günümüzde bile, halkımızın yaratıcı ve düşündürücü deyişiyle “tarlasını yağmurun yağdığı yere taşıyan” kurnaz görevlileri, Brutus’ları vardır.
Kısaca Batı ahlakında mertlik ve düello vardır; Doğu ahlakında ise, zekâ ile karıştırılan kurnazlık, ikiyüzlülük ve arkadan vurma.
Uzak ve yakın tarih, buna tanıktır.
Menderes, Yassıada duruşmalarında kahrolarak bunları görüp yaşadı.
Cumhurbaşkanı iken yaptığı tablolar, büyük paralarla kapışılan Kenan Evren, iktidardan düştüğü gün, bu resimlerin çoğunu çöpe atmak zorunda kaldı.
Bunları hiç mi hiç unutmayalım ve “muktedir”lere de anımsatalım.
Evet, şimdi söz, hukukundur. Öğrenciliğinden bu yana altmış sekiz yıl hukuk bilimi ve uygulamasıyla iç içe yaşamış, otuz yılını Yargıtayda geçirmiş biri olarak inancım odur ki, bu kez karar vericiler, yürürlükteki Anayasa’nın yorumu dışlayan açık hükümlerine uyacaklar; kiminle ilgili olursa olsun, yukarıda dediğim gibi, isterse Atatürk’ün seçimi söz konusu olsun, “muktedir”lere koskocaman bir “HAYIRRR!” diyeceklerdir.
Ya demezler ve yürürlükteki hukuka uyulmazsa?!
Bu olasılığı bırakınız düşünmeyi, düşlemek bile istemiyorum.
Eğer bu olasılık gerçekleşirse, bize düşen, sadece şu olacaktır: Sokaktaki insanları hukuka aykırı davranışlar ve işlemler yaptıkları zaman asla kınayıp sorgulamamak, tez elden hukuk fakültelerindeki öğretimi yeni baştan kurmak.