Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün "Hüseyin Atay, düzen dayatmaya yönelen her girişimin öncelikle akıl, Kur’an ve vicdan tarafından değerlendirilip onaylanması gerektiğine inanır" diyor.
BİR PARADOKSUN ÇÖZÜMÜ VE HAYAL KIRIKLIĞININ ONARIMI
Hüseyin Atay, İslam medeniyetinin farklı alanlarda gittikçe derinleşen krizine, Müslüman halkların tarih dışına savrulmalarına şahitlik eden bir kriz dönemi mütefekkiridir ve düşüncesi doğal olarak hem eleştiriye hem de inşaya yönelen bir karaktere sahiptir. Mütefekkir bir âlim olarak Hüseyin Atay’ın bütün fikrî çabası aslında bir paradoksun çözümüne yöneliktir. O paradoks şudur: İnsanlara daha iyisini vadederek yaşamlarına giren din, bugünün dünyasında Müslüman halkların durumuna baktığımızda nasıl olup da bir hayal kırıklığı olarak karşımıza çıkmaktadır? ‘Biz ve onlar’, ‘yeni ve eski’, ‘gelenek ve modernite’ gibi karşıtlıklarla örgütlenen ve sürekli savaş düzeninde tutulan bir din söyleminin, bireyin anlam toplumun adalet talebini karşılayamadığında hayal kırıklığı yaratacağı açıktır. Dinin kendinden bekleneni veremediğinde ortaya çıkan hayal kırıklığı, insanda inanılırlığını bütün unsurlarıyla kaybetmiş radikal bir tanrısızlığa ve din karşıtlığına evrilir. Bunu dine değil de dindarlık iddiasında bulunanların din anlayışındaki sorunlara bağlayan Hüseyin Atay gibi zihinler bu durumu yaratan sebepler denklemini yeniden kurarlar. Bu denklemde insanı sonuçlara maruz kalan değil, sebeplere etki eden bir güç olarak konumlandırırlar. Anlam düzeninin çöktüğü ve insana dair her şeyin alaşağı edildiği bir dünyada daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli, daha adil olanı ortaya çıkarmaya yönelen eleştirel bilinç ve estetik tefekkür bu zihinlerin temel özelliğidir. Dinin varlık sebebini ahlaka, bilinme sebebini akla dayandıran Hüseyin Atay’ın imana ve ahlaka başka bir deyişle Allah’a ve insana dair söylemini, arzulanan ama ulaşılamayan ahlak deneyiminin yarattığı hayal kırıklığını onarma çabası olarak okumak gerekir.
İNANCIN KORUYUCU KALKANI BİLGİ
Hüseyin Atay, modern dönemde din ve bilim arasında varsayılan çatışmanın İslam inancı bağlamında söz konusu olmadığını göstermek üzere bilgiyi imandan öne almış, dinin aklın ve tecrübenin sınırlarının bittiği yerde başladığı tezinin aksine İslam inancını aklın ve bilginin sınırları içinde konumlandırmıştır. Zira insanın neye niçin inandığını bilmesi, inancın ahlakı gereğidir. Allah’ın varlığını ve birliğini bilmenin imana öncelenmesi Kur’anî bir taleptir (47/Muhammed, 19). Bu düşüncenin köklerine İslam düşünce geleneği fazlasıyla aşinadır. İnsana ilk farz olanın ne olduğu sorusuna Müslüman âlimlerin bir kısmı ‘Allah’ı bilmek’, bir kısmı ‘düşünmek’ cevabını verir. Ebû Hâşim insana ilk farz olanın şüphe etmek olduğunu söyler. Atay, süreç içinde yerini kesin bilgiye terk eden şüphenin insana ilk farz olarak gösterilmesini olumlayarak aktarır. Zira şüphe, verili bütün sisteme ve sistemi ayakta tutan unsurlara karşı teyakkuzda bulunmayı gerektirir. Bu teyakkuzun gereği olarak Atay, din ve din kültürü/fıkıh arasında ayrım yapar ve özellikle ilk üç asır ulemasının rey ve içtihat çabalarını takdirle anar. Üçüncü asırdan sonraki ulemanın karşılaştıkları sorunlara bizzat cevap üretmek yerine daha önce üretilen hazır cevapları kullanma alışkanlığının çok kötü bir model olarak arkadan gelen bilginleri de esir aldığını ifade eder. İlk üç asır ulemasının rey ehli olduğunu, sonra gelenlerin Kur’an’a gitmek yerine bu rey ehlinin görüşlerini anlayıp uygulamaya yöneldiklerinden yani reyin yerine fıkhı ikame ettiklerinden yakınır.
Atay’a göre, akıl/rey, sadece kutsal metni anlayıp yorumlamaz, hüküm de koyar. Akıl aynı zamanda koyduğu hükmü ortak insan hayatına egemen kılan kudrettir. Dünyayı yorumlamayı değil, değiştirmeyi hedefleyen her düşüncenin, aklın ortak insan yaşamına dokunan bu gücünü dikkate alması gerekir. Atay’ın akıl vurgusu, daha derinde yatan iki kurucu unsuru açık eder: İnsan ve dil. Akıl ilahî bir mevhibe olarak insanda tecelli eden en yüksek kudret, dil de bu kudretin değer ve normlara dönüşmesine aracılık eden temsil gücüdür. Atay’ın geleneği bir haber olarak görüp en güzeline uymak için bir kısmını kaldırıp atmak gerektiği yönündeki düşüncesi ile insanı bir akıl ve dil varlığı olarak tanımlaması arasında sıkı bir ilişki vardır. Gelenek (atalar) tarafından kurumsallaştırılan dinsel, ekonomik, siyasal güç, çoğunlukla toplumun bir kısmına diğerlerine kıyasla daha fazla imtiyaz tanır. Aklın ve dilin devreye alınarak tekil insanın merkeze çekildiği bir düzende ise hakikat imtiyazlı grupların tekellerine aldıkları alanlarda aranmaz. Şüphe hermenötiği denilen bu durumda adalet, adaleti tanımlayanlardan veya adalet dağıtanlardan değil adaletsizliğe uğrayanlardan, baskı altında tutulanlardan öğrenilmektedir.
Hüseyin Atay, devralınan mirası, oluşumunu tamamlamış, yedeğine girilecek bir norm kaynağı olarak değil, sürekli geliştirilmesi gereken bir inşa süreci olarak görür. Bu süreçte kendisine kadar gelen külliyatı da, herkesi bağlayan, eleştiriye kapalı bir kaynak olarak değil akıl, vicdan, tecrübe gibi objektif ölçütlerle değerlendirilmesi gereken bir haber olarak alır ve Kur’an’ın haber değerlendirme kriteri olan, ‘”Bir sözü/haberi dinleyip en güzeline uymayı’ (39/Zümer, 18) bu geleneğe uygular. Atay’a göre; “Bir düşünce geleneği içindeki insanlar ya kendilerini geleneksel kurallara, örf ve adetlere sıkı sıkıya bağlayan taklitçilerden ya da bütün insanların sorunlarını dikkate alarak mevcudu aşmayı amaçlayan idealistlerden oluşur. Taklitçi grup geriye, idealist grup geleceğe bakar. İslam’ın ilk üç veya dört asrına idealistler, sonraki asırlara taklitçiler hâkim olmuştur.” Atay hocanın bu ifadesi, gelenekli toplumların içine düştükleri trajediye karşı bir uyarı olarak okunmalıdır.
TEVHİDİN GEREĞİ OLARAK ÇOĞUNLUĞUN TAHAKKÜMÜNE KARŞI İNSANIN TEK(İL)LİĞİ
Hüseyin Atay’a göre, bir olan Allah’ın kulunun herkese benzeyerek değil aksine farklılık göstererek var olma iradesi, tevhidin tezahürüdür. Tevhide dayalı insan tekilliğine ve farklı olma, farklı düşünce ortaya koyma hakkına vurgusuyla Hüseyin Atay’ın düşüncesinin bir yandan saf insan tabiatına ve Kur’an’a bir çağrı; diğer yandan da yığınla adet, örf ve geleneğe bir sırt çeviriş ve İslam düşüncesinin Kur’an’ın dışında beslendiği geleneksel külliyatın insan ruhunu yağmalayan çelişkilerinden kurtuluş çabası olduğu görülür. Hüseyin Atay’ın “Kitaba mahkûm değil, hâkim olan insan” söylemi, insanı olup bitenin sorumlu öznesi olarak konumlandırma arzusunu yansıtır. Atay, “Her bilenin üzerinde bir başka bilenin olduğu/olması gerektiği” (12/Yusuf, 76) ayetini, çoğunluğun imhaya yöneldiği özne insanı ihya hamlesi olarak öne çıkarır. Atay’a göre, bilgide mutlak otorite iddialarını reddeden bu ayet tekil olan bireyi yüceltirken ona aynı zamanda olağanüstü bir sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumluluk, insanı hayat planının onurlu, dinamik, etkin, egemen ve sorumlu gücü olarak inşa etmekle yerine getirilebilir. Aksi takdirde Kant’ın şu sözü sahne alacaktır: “Eğer insan kendini bir solucan haline getiriyorsa, üzerine basıldığında şikâyet etmemelidir.”
YAŞAMI KOLAYLAŞTIRMANIN ARACI OLARAK DİN: AZİMETE KARŞI RUHSAT
Hüseyin Atay, ahlakın fıtrîliği ile bir toplum içinde yaşıyor olmanın getirdiği dış baskı arasındaki paradoksu çözmek için, insan doğasına sürekli vurgu yapar. İnsanın fıtratının, akıl ve vicdanının kendisine dayatılanlara karşı sürekli teyakkuzda durması gerektiğini söyler. Bunun için de, kurulu düzenin normlarına ayak uydurma değil, mevcudu dikkate alarak kendi tekilliğini mevcut normlarının üzerinde yeni bir düzenin kurucu unsurlarından birine dönüştürme iradesi gösterme arzusunda olmuştur. Atay’ın çağdaş olayları analizi, "Kur’an’ın insan doğasına ilişkin görüşünde kaynağını bulur” ve “İnsanın daha yüksek bir statüyü hak ettiği gerçeğine” dayanır. Bu anlamda tam bir realist tutum takınır. Hiçbir hükmü insanın doğasını zorlayacak bir formda sunmamaya, hükmün kendisini hükme konu olan kişinin üzerine çıkarmamaya dikkat eder. Zira “Allah hiç kimseye kaldıramayacağı bir teklifte bulunmaz.” (2/Bakara, 286). İslam ahlakının nirengi noktasını Atay temiz insan doğası olarak tespit eder ve hayatın ham gerçeklerini olgunlaştıracak etik köken olarak bu temiz fıtrata güvenir. Fıtrata günah diye yüklenen birçok uygulamanın temelsiz olduğunu hatırlatır. Kur’an günahları sayıp dökmez; aksine insanların günahtır diyerek yaşamın olağan akışını tıkadıkları birçok uygulamanın günah olmadığını onlara hatırlatır (2/Bakara, 235; 24/Nur, 61).
Buna bağlı olarak, dinî geleneğin dinde zor olanı seçmek/azîmet olarak adlandırdığı ve bir tür huzursuzluk etiği olarak kendini gösteren tercihlere karşı Atay sürekli olarak, “Biz Kur’an’ı sana zorluk çekesin diye indirmedik” (20/Tâ-Hâ, 2) ayetini seslendirmiştir. Onun hayatın olağan akışını bloke eden fıkhî hükümlere itirazının temelinde bu ayet yatar. Atay, düzen dayatmaya yönelen her girişimin öncelikle akıl, Kur’an ve vicdan tarafından değerlendirilip onaylanması gerektiğine inanır. Vicdan vurgusu, benliğin temelde ahlaki bir şekilde kurulduğunu kabul eder. Böyle bir onaydan geçmiş olan talep, kesinlik hissini doyuran bir bağlılık ve güçlü bir eylem motivasyonu yarattığı için kişiyi ahlakî özneye dönüştürür. Vahyin insana nüzulüne/taleplerine onay verdiğimiz anda onaylayan mekanizma olarak akıl ve vicdan insanı dünyayı kuran faaliyetlerin merkezi gücüne dönüştürür. Talep ve onay süreci, etik bir varlık olarak insanı önce bilme kudretinde bir varlık olarak inşa eder; sonra ona bir tür otarşi (kendi yasalarını kendi koyma) yetkisi verir. Çağdaş dünyanın ayartıcı birçok unsuru tarafından örselenen insan onurunu onarmak ve dini böyle bir dünyanın vicdanına dönüştürmek ancak böyle bir değerleme ile mümkün hâle gelebilir.
Hocamızla ilgili daha ileri okuma için 2016 yılında yazdığım Kur’an’a Dönüşte Öncü Bir İsim: Hüseyin Atay başlıklı yazımı okuyucularımızın dikkatine sunmak isterim.
https://docplayer.biz.tr/29287039-Kur-an-a-donuste-oncu-bir-isim-huseyin-atay.html