Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler, Kahramanmaraş merkezli 10 ilde yaşanan felaket üzerinden değerlendirmede bulunuyor.
Allah, Dünyada kendine benzer (Esmau’l-Hüsna) özgür iradeli bir varlık olan insanı yaratıp onu ahlaki bağlamda denenmeye tabi tutarak (din) riske girmiştir. “Risk” kavramı, bu bağlamda insandan beklentisinin hasıl olup olmayacağı anlamındadır(80/23). Zira Allah, insanı, O’nun beklentisi (iman-salih amel/cennet) doğrultusunda zorlamamıştır. Denenme olgusu (Bela-Fitne), doğal kötülüklerin (şerr-musibet) ve doğal iyiliklerin (rızık, nimet, lütuf, ikram) olduğu riskli bir ortamda gerçekleşmektedir (2/155, 21/35). “Biz insanı acı, sıkıntı, zorluk, gerilim (kebed) ortamında yarattık” (90/4). İnsanın kendisi de iyilik ve kötülük (hayır-şerr) kabiliyetleri ile yaratılmıştır (91/7-10) ve herkes, -hem Dünyada, hem de Ahirette- yaptıklarının rehinidir(52/21,74/38). Allah, kendini ve insanı riske açmıştır/atmıştır. Riske giremeyen, “Tanrı” olamaz; oyun oynar. Allah, İnsanı yaratmakla, oyun(abes) oynamadığını vurgulamıştır(23/115). Tanrı’ya “kötülük” –yapmayı değil-; yaratmayı (Teodise) layık görmeyen çocuksu teolojiler (Örneğin: Hristiyanlık-Yahudilik), “Denenme” olgusunun ciddiyetini doğru kavrayamadıkları için, insanların dinden çıkmasına sebep olmuşlardır: 1755 Lizbon Depreminden(doğal kötülük) sonra Hristiyanlıktan; Hitlerin yaptığı Holokosttan(insani kötülük) sonra da Yahudilikten irtidatların arkasında yatan budur.
Doğadaki nesnelerin/şeylerin birbirinden farklı olarak tasarımlanmaları ve nedensellikle tekrar eden doğa olayları, Kur’an’da “Kader-Takdir” kavramları ile nitelenir(25/2, 13/8, 36/39, 87/3…). Bunlardan bir kısmının insan cinsi ile irtibatından ölüm, zarar, acı, ıstırap, sıkıntı doğurmasından dolayı; insanlar tarafından, “Felaket” veya “Afet” olarak isimlendirilmiştir: Deprem, yanardağ patlamaları, virüslerin sebep olduğu hastalıklar (pandemiler), kasırgalar, kıtlık-kuraklık, sel-heyelan, çığ, orman yangınları vs. Bunlar, aslında doğanın kendini sürdürmesinin ontolojik unsurlarıdır. İnsanların kendi özgür iradeleri ile doğurdukları savaşlar ve zulümler de, “kötülük (şerr)” örnekleridir.
Bunlar, “denenme” ortamının potansiyel risk unsurlarıdır. “Deneme/Din”, bu kötülükleri azaltma çabası; yani yeryüzünü “imar” etmek ve insan cinsini “ıslah” etmektir. Bu süreçte karşı karşıya kalınan zorluklara direnmek(sabır)tir (2/155). Allah, herhangi bir kötülük potansiyelini, herhangi bir insan topluluğuna “denenme” olsun diye manipüle etmez, özel olarak yönlendirmez. Kötülükler, doğadan veya insan iradesinden doğar. Peygamber gönderilen toplumların, onlara karşı ortaya koydukları kötü tavırlar sonucu gerçekleşen “Helâk”lar, “Olağanüstü Hal” kanununa göre gerçekleşmeleri, bunun dışındadır (5/111-115).
Normal durumlarda insanların karşı karşıya kaldıkları kötülükler (Musibet), insanların kendi ihmalleri (yapmadıkları) veya iktisapları(yaptıkları)ndan dolayıdır (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…). Bir doğa olayının, insanlar için “felaket” veya “afet” durumuna (musibet) dönüşmesinin sebepleri, insanların cehaletleri/ihmalleri, zafiyetleri veya ihanetleridir. Bunların doğurduğu sonuçları, “Kader” kavramı ile Allah’ın üzerine atmak, iftiradır ve zulümdür. Kur’an’ın “Kader” kavramı (kuş uçar, taş düşer, fay kırılır…) ile Sünniliğin “Kader” kavramı arasındaki fark budur.
Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişki Kur’an’da “Sünnetullah (33/62, 35/43)” kavramı ile ifade edilir; “Kader” kavramı ile değil. Bu ilişkinin işletilmesi de, insanın özgür iradesine bağlanmıştır: “Bir toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (13/11) veya “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Yani küllî irade, cüzî iradeye bağlıdır.
Deprem konusunda “Fetva” mercii Jeologlar ve Deprem bilimcilerdir; ilahiyatçılar değil. Örneğin, deprem bilim profesörü Naci Görür’ün: “AFAD’ın “Afet Bakanlığı”na çevrilmesi gerekir” önerisi, doğrudur. Turizm geliştirmek için “Bakanlık” kurmaktan bin kat daha elzemdir.
Cumhurbaşkanının, son depremden sonra bölgede halkla konuşurken sarf ettiği: “Olanlar oldu; bunlar, hep kader planının içinde olan şeyler” cümlesi, Sünnîliğin geliştirdiği “Kader (Cebir)”in ifadesi olarak, Kur’an açısından külliyen yanlıştır. Fay hattının kırılmasının doğurduğu “felaket” sonucu için: “Allah’tan geldi” yargısı doğru değildir. Fayın kırılma “kanunu”, Allah’ın Kaza ve Kaderidir. Bunun “Felaket” veya “Afet” e dönüşmesinin sebepleri cehalet, ihmal, zaafiyet ve ihanettir. Failleri müşterek ve müteselsildir. Anadolu kıtasındaki fay hatlarının kırılma tarihleri ve periyotları geriye doğru (Bizans-Osmanlı) bilindiği halde; fay hatları üzerine yerleşke (şehir-kasaba-köy) kurmak cehaletin, ihmalin, zayıflığın (“Bir şey olmaz”) sonucudur. Felakete sebebiyet veren failler mülk sahipleri (meskûn), bina yapanlar (müteahhit-mühendis) ve bunları denetleme sorumluluğunu üstlenen yerel yönetimler (Belediyeler) ve siyasal iktidarlardır. Depremi, Allah’ın “birilerine” ve bir “yere” kasdî olarak yönlendirilmiş eylemi anlamında “Kader” olarak öğreten Sünni alimlerdir. Yerleşkeleri, tarihte olduğu gibi, dağ eteklerine yapma imkânı olduğu veya depreme dayanıklı binalar yapma teknik imkânı olduğu halde; bunu yapmayan veya denetlemeyen herkestir. Tarım arazilerini/ovaları şehir, kasaba ve köye (emlak-arsa) dönüştürenlerdir. Felaketlerdeki ölümleri “Ecel-Kader” kavramı ile Allah’a bağlayan din alimleri-din adamları ve bu sakim yorumun işine geldiği siyasilerdir. İnsanın, kendi ihmali veya ihanetinin ortaya çıkardığı yıkım ve ölüm sonucunu, “Kader” veya “Ecel” kavramları ile Allah’ın üzerine atması, dindarlık görünümü altında ahlaksızlıktır.
Uzun süre sonra yıkıntılar altından canlı çıkarmak, yaşama tutunan ve onu kurtarmak için dişini tırnağına takan kahramanların mucizesidir. Kendisi mucize olan insanın ortaya koyduğu “mucize”dir.
Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de “ümran” faaliyeti, bugün yol-köprü, tünel yapmaktan önce, “Kentsel Dönüşüm” ve “Bina Denetimi”dir. Birinciler olmadığında,en çok zahmet çekeriz; ikinci olmadığında, kitlesel olarak ölüyoruz. Deprem coğrafyasında, fay hatlarını ve kırılma periyotlarını beyin korteksine kazımaksızın; yüz yıllar boyunca yığma taştan evler, betonarme çok katlı tabut/mezar binalar yapmak, akla ziyan bir tutumdur. 1939 Erzincan depreminden sonra, şehrin aynı mekânda yeniden yapılması, bunun bir örneğidir.
“Makasidu’ş-Şeria”ya göre yol, köprü, tünel yapmak “Tahsiniyyat (olmasa da, olur)”; kentsel dönüşüm ve bina denetimi, “Zaruriyyattır (olmazsa, olmaz)”. Gözle görünmeyen bir mefsedeti/riski bertaraf etmek/defetmek; gözle görülür bir menfaati celp etmekten/temin etmekten daha evladır.(Def-i mefasit, celb-i menafiden evladır.” Mecelle).
Deprem sonrasında halkımızın, İslam dünyasının ve insanlığın bölge halkına karşı gösterdiği dayanışma, İslami anlamda “Ruh”un (merhamet, paylaşma, dayanışma) henüz ölmediğinin bir kanıtıdır. Ancak, ruhun diğer parça olan kafa/akıl, mantık, tedbir(Japonya), bu coğrafyada olabildiğince zayıftır. Bir “akıl tutulması” mevcuttur.
Enkaz altından günlerce sonra kurtarılan 70-80 yaşlarında bir teyzenin, dışarı çıkmadan önce, -masum ve muhterem bir şekilde- bir “başörtüsü” talebinde bulunması, bu topraklarda “dindarlık” vurgusunun, ağırlıklı olarak nelere yapıldığı -ve nelere de yapılmadığının- manidar bir göstergesidir. Saçın görülmesinin günahı, imar affının günahından büyük olarak gösterildi. Oysa, “İmar Affı” kavramı, tek başına hem halkımızın, hem de onların yerel ve siyasal temsilcilerinin ahlaki-hukuki-dinsel karakterini ele veren “affedilmez” büyük bir günahıdır.
“Nush/nasihat ile uslanmayanı, etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Heyhat! Deprem “köteği” ile dahi uslanmıyoruz. “Bu, neden sürekli benim başıma geliyor?” diyorsan; bir şaman, bir “Ayet” gücünde şöyle der: “Ders, sen öğrenene kadar devam eder.” Ancak, “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet biter, ne de nasihat.” sözü, -maalesef- bu toraklarda söylenmiş ve bu toprakların ruhunu/karakterini ele veren en doğru sözdür. Bu deprem, bir kısmının kendini “Dindar”; bir kısmının da kendini “Çağdaş” olarak tanımlayan bir toplumun şehircilik, inşaat, mimarlık, mühendislik alanlarında ahlaktan-medenilikten yoksun olduğunu bir kez daha yüzüne vurarak el-aleme rezil etmiştir. Hasılı, toplum olarak “iş, ‘bildiğimiz’ gibi değil”; daha doğrusu, yaptıklarımız, “mış gibi”.