‘Türk Modernleşmesi ve İktisadî Zihniyet’ kitabının yazarı Abdulkadir İlgen “Bu toplum, dün ortaya çıkmış nevzuhur bir halk değildi. Kökü çok derinlere uzanan tarihin yapıcı unsurlarından biriydi o” diyor.
"Şu beton binalar, şu parterler, şu fıskiyeli havuzlar, şu tunçtan Atatürk büstü, bu koca çınarın yanında ne kadar uydurma, ne kadar derme çatma, ne kadar iğreti ve fâni gözüküyor! Sanki bu şeyler bezden ve mukavvadan birer tiyatro dekorudur. Oyun bittikten sonra, sanki bir el bunları birer birer yerlerinden söküp çıkaracak, derleyip toparlayarak bir kenara yığacak”. (1)
Cumhuriyet devri yazarları içinde yaşadığı devri en iyi analiz eden kalemlerden biri de Yakup Kadri’dir. O, bir yerde Türk İnkılabı ve Kemalizm’e, “Ona Tanzimat hareketinin üçüncü bir tekerrüründen başka ne anlam verebilirsin” şeklinde bir serzenişte bulunarak eski bir hastalığın orada da nüksettiğinden yakınır.
“…Biz, bu mevkilere seçim bölgelerimizdeki nüfuz ve itibarımız sayesinde mi geçmiş bulunuyoruz? (Biz, derken, tabiî yalnız; Hak Partisi’nin aydın taraflarını benimsiyordu). Bizim kökümüz partidedir ve bütün afeyzimizi, kuvvetimizi buradan almaktayız… Elinde votka şişesi olan bir başkası bağırdı: ‘Arkadaşlar, unutmayalım ki, biz her şeyi şeflerimize medyunuz ve yegâne mesnedimiz onların itimadıdır’ dedi.” (Yakup Kadri, 2002: 142).
Örneklerini bugün her yerde yaygın biçimde görebileceğimiz bir vaziyeti ayan beyan ifade eden bu ifadeler, aslında kökleri asırlara uzanan bir patronaj ilişkisini ifşa eder.
Yakup Kadri’nin hayıflanmasının nedeni, Tanzimat ve Meşrutiyet gibi Cumhuriyetin de geniş halk kitlelerine yayılmış hakiki bir sosyal ve ekonomik talepten değil, çoğu kez yukarıdan dikte edilen emir ve nizamnamelerden doğmuş olmasıydı.
Elbette Cumhuriyet; Tanzimat, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet hareketleri gibi anayasal temele yönelik sistem kurma idealinin bir devamıydı. Bunun da aydınlara yönelik çileli, uzun bir tarihi vardı. Fakat bu tarihin halk nezdinde gerçek anlamda tarihsel bir tabanı, geçmişi, sosyolojisi yoktu. Eksik olan buydu.
İyi de geniş halk yığınlarının tarihi yok muydu? Elbette vardı, ama bunu temellendiren gerekçelerle aydın sosyolojisini temellendiren gerekçeler birbirinden çok farklı şeylerdi.
Bu toplum, dün ortaya çıkmış nevzuhur bir halk değildi. Kökü çok derinlere uzanan tarihin yapıcı unsurlarından biriydi o. Oturmuş gelenekleri, kökleri çok derinlere inen alışkanlıkları vardı.
Bu geleneklerin temelinde her şeyden önce asayiş ve güvenlik, sonra da huzur ve refah vardı. Bunları sağlayan da devletti. O olmadan hiçbiri olmazdı. O yüzden “Allah devlete zeval vermesin” sözü asırlarca halkın dilinden düşmedi. Bugün de öyledir. Devlet her şeydir ve onun, toplumun kılcallarına kadar uzanan bir sosyolojisi, tarihi vardır.
GELENEK DEDİĞİN
Gelenek dediğin, kökü çok eskilerdeki Ülüş Sistemi ve eski İran geleneklerindeki Satraplık uygulamasına kadar giden, İslam ve Türk İslam devletlerinde İkta, Osmanlı devlet uygulamasında ise Timar sistemi olarak bilinen uygulamalara dayanıyordu.
Sistemin esası, aynî bir ekonomiye dayanan geleneksel dönemlerde yerinden toplanan vergiyi yerinde harcamak için bulunan bir ihtiyaçtan doğmuş olmasına dayanıyordu. Bu uygulamada satrap, bey veya vali paşa olarak bilinen kişi, merkezle taşra arasındaki ilişkiyi sağlamanın yanında hem halkın hem de kendi çıkarlarının bekçisi, hamisi olarak sahici bir rol üstleniyordu.
O yüzden burada kodifiye edilmiş genel geçer soyut bir hukuk sisteminden ziyade, oldukça esnek bir mesele hukuku ortaya çıkmıştı. Buna göre bey veya paşa “her şeyin bir hal çaresine bakan” inisiyatif sahibi babacan ve aynı zamanda otoriter devleti temsil eden kimselerdi. Zaten sistem de yapısı gereği, her iki kesimin (yönetici/sipahi ve halk/reaya) çıkarlarını uzlaştırma üzerine kurulmuştu.
Sonra iş vergi toplama ihalesini merkezden alan paşa ve paşazadelerle bankerlere geçti. Burada yeni durum, eskiden olduğu gibi her iki kesimin çıkarlarını gözeten bir yapıya değil, merkezî devletin finansmanıyla mültezimlerin çıkarlarını gözeten bir yapıya dönüştü Mevcut düzenleme devleti daha da zora sokup taşınamaz hâle gelince, devir gelip bizim ilk modernleşme dönemlerimizdeki düzenlemelere dayandı.
Bu yola gidilmesinin nedeni, merkezî devletin ihtiyaç duyduğu merkezî orduya duyulan ihtiyaç ve bunun finansmanı meselesiydi. Aynı ihtiyaç bütün bir Kıta Avrupa’sı ve Ada’da da duyulmuş ve devletlerin gücü, vergi toplayabilme kapasitesiyle doğru orantılı olarak ölçülmeye başlamıştı.
Modernleşme devirlerimizde hukuk da, bir mesele hukuku olmaktan çıkıp tek bir merkeze bağlanan kodifiye edilmiş merkezî bir hukuk hâline getirildi. Maliye de buna bağlı olarak merkez ve taşra teşkilatı olmak üzere ikili yapısından çıkartılarak tek bir merkeze bağlandı. Böylece eski sistemde işleri bir şekilde (bu bir şekilde, içinde rüşvet, irtikâp ve suistimalin de bulunduğu her tür çözüm şeklini ifade ediyordu) çözüm yoluna kavuşturan yapının yerine yepyeni bir yapı getirildi.
DOĞANIN İSYANI
Bizde modern devirlerdeki yeni uygulamalara karşı duyulan öfkenin nedenlerinden biri, belki en önemlisi, eski uygulamaların yüz yüze esnek ilişkileri yerine, yeni uygulamaların ruhsuz katı kurallarına duyulan tepkidir. Geniş halk yığınlarının tepkisini belirleyen temel saik, her zaman pratik ihtiyaçlara bulunan pratik çözüm veya çözümsüzlükler olmuştur. Bunun zaman zaman dinî ve kültürel tepkiler şeklinde kendini açığa vurması yanıltıcı yorumlara sebep olabiliyor.
Eski sistemde yüz yüze çözülen meseleler, şimdi ruhsuz uzmanlardan oluşan sağır duvarlarla muhatap edilir hâle gelmişti. Efkâr-ı ammeden (bilinçli alan) çok, hassasiyet-i ammenin (bilinç dışı alan) hüküm sürdüğü ve çok şeyin açık seçik kurallardan ziyade müphem teamüllerle çözüldüğü toprakların ülkesiydi burası.
Bu, tam da tüm seçeneklerin açık olduğu bir durumdu. Ya hep ya hiç şeklindeki radikal çözümler değil, orta yol çözümlerin ülkesiydi bu topraklar. Modernleşme süreci tam da bunu hedef alıyor ve artık bir tabiat hâline gelmiş bulunan bu davranış formunu yıkmak istiyordu.
Modernleşme sürecimizde toplumu rahatsız eden hususlardan biri hassasiyet-i ammeyi yaralayan arketipleri ve kutsalları tahripse, ikincisi de yürüyen çarka sokulan çomak olarak gözüken kutsaldan arınmış kurallı yeni nizamdı. İsyan, rasyonelleşme sürecinin yok ettiği veya yok etme eğiliminde olduğu “müphem ve esnek” alanı koruma içgüdüsünün tezahüründen başka bir şey değildi.
İtiraz buna ve bunun henüz topluma mal edilmemiş sentetik ve eğrelti uygulamalarına idi. Çünkü adına yenilik denilen düzenlemeler de ilhamını doğrudan doğruya hayatın kendisinden değil, her zaman olmasa bile çoğu kez, kendisini hayatın ve gerçekliğin yegâne formülü olarak dayatan bazı “pozitivist, bilimci ve rasyonalist” formüllerden alıyordu.
YENİ HAYAT
İyi de hayat neydi? Bir yanda hayatla ilişkiyi “şeylerle ilişkisi kesilmiş” kavram ve nedensellik dizgeleri üzerinden yapan ve bunu hayatın kendisi olarak algılayan bir kesim, geniş halk yığınları; diğer yanda da bunu yıkmaya çalışan ve hayattan bambaşka bir şey anlayan aydınların heyecanı.
Bunlardan birincisinin deneyimlediği şey gerçekliğin bir şekliydi, ama bu şekil, başka bir zaman dilimine ait bir gerçeklik biçimiydi. Geniş halk yığınlarının yaşadığı hayat da, o yüzyıl veya yüzyılların saatinde, ritminde yaşanan bir hayat tarzıydı. Karşılarında ise güncel, ama kutsaldan arınmış bambaşka bir nedensellik dizgesi, örgütsel aklın bambaşka coğrafyalarda üretilmiş, sınırlı, parantez içindeki başka bir fenomenal bilgisi, deneyim örneği vardı.
Ve daha da önemlisi, bu ikisinin içeriklerinden çok kültürel ambalajları, sunulma biçimleriydi. Kavga da bu yüzden, içerikten ziyade semboller üzerinden yürütülen bir kavgaydı. Bu yüzden hiçbir zaman meselenin kendisi konuşulmadı. Bu, dün olduğu gibi, bugün de böyledir.
(1) Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, (2002), Panorama, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 60.