Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, asgari ücretin belirlenmesi süreci üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.
Bilindiği üzere her yeni yıl öncesi ülkemizde “asgari ücret”in tespitine yönelik hükümet, işçi ve işveren yetkililerinin katıldığı komisyon çalışmaları yürütülür. 2022 yılında uygulanacak “asgari ücret”i tespit etmek için yürütülen ve hitama erdirilen görüşmelere ve mevcut siyasal-ekonomik gerçekliğimize ilişkin birkaç hususa değinmekte fayda görüyorum. Zira mevzu hem konuşulan rakamların çok ötesinde bir anlama ve ağırlığa sahip hem de konuşma/tartışma üslubumuzun ve düzeyimizin çok üzerinde bir yaklaşımı, ilgiyi hak ediyor.
***
Meseleyi konuşma/tartışma üslubumuzdan ve düzeyimizden başlayalım. Kamuoyu bir takım rakamlar, istatistikler, hesaplamalar üzerinden tapu-kadastro meselesi gibi teknik bir konuyu ele alınıyormuşçasına meşgul ediliyor. Türkiye, adeta içinde her şeyin ciddiyetini yitirdiği sahte ve manipülatif bir dilin tahakkümü altında. Son derece sert ve tahripkâr bir krizin girdabında sürüklenen milyonlarca insanın bugünü ve yarını, hükümeti kayırmak üzere çarpıtılan istatistikler üzerinden görmezden geliniyor.
Postmodernliğin ultra versiyonlarında görebileceğimiz “olgular yoktur sadece yorumlar vardır” yaklaşımı toplumsal gerçekliği bir tür dilsel fantezi alanına dönüştürüyor. “Yargı problemimiz yok” dediğinde yargı alanının dört başı mamur şekilde düzeldiği, “eğitimde fırsat eşitliği” meselesini bir takım temenni ve iyi niyet beyanlarıyla eşleştirdiğimizde gerekenin yapıldığı varsayılıyor. Giderek hepimizin hayatını sarsan ekonomik kriz bir tür “camera obscura” işlevi gören “resmi anlatı”da ters yüz ediliyor. ‘Öz’ü örtülen gerçeklikle çözülen statükonun ömrü uzatılmaya çalışılıyor.
***
Gelelim konuştuğumuz mevzunun kendisine. “Asgari ücret”in rakamların, istatistiklerin ötesinde anlamı ve ağırlığı olduğunu belirttim yukarıda. Bilindiği üzere “asgari ücret” işçinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin insan onuruna uygun bir yaşam sürmelerini amaçlamak ve bunu yasal bir kararla belirlemek için tespit edilir. Bu süreçte üzerinde titizlenmemiz gereken husus da zaten “insan onuruna uygun bir yaşam sürme” amacının kendisidir. Aksi taktirde bugün olduğu üzere amacın görmezden gelindiği bir süreç bürokratik dili, teknik detayları ve çarpıtılmış istatistikleri ile bir iktidar oyunu olarak değerlendirilmelidir. Bu açıdan meseleyi tekrar yerli yerine oturtmamız için birkaç hususun altını çizmemiz gerekiyor.
***
Öncelikle “asgari ücreti” ekonomik krizin gittikçe derinleştiği 2021 sonu Türkiye koşullarında çok daha zorlu geçeceği apaçık görülen 2022 yılı için tespit etmeye çalışıyoruz. Komisyon çalışmalarının başladığı ve devam ettiği her toplantıda neredeyse pazarlık konusu edilen rakamların anlamsızlaştığı bu şartlar içerisinde tespit edilen rakamın nasıl hayati önem taşıyacağı ortadadır. İkincisi “asgari ücret” çalışma hayatında geçerli olacak alt ücreti tespit eder. Ancak istatistikler göstermektedir ki “asgari ücret” ülkemizde geçerli temel ücreti oluşturmaktadır. Çalışanların yarısının neredeyse “asgari ücret”li olduğu ülkemizde ayrıca bu ücretin altında rakamlarla çalışan milyonlarca insanımızın varlığı da biliniyor.
Diğer taraftan yüksek enflasyon, döviz kurlarındaki büyük çaplı hareketlilik “asgari ücret”lilerin zaten düşük olan alım gücünü iyice düşürerek adeta bu insanları paryalaştırmakla kalmıyor aynı zamanda yürütülen ekonomi-politik ve toplu sözleşme pratikleri üzerinden sosyo-ekonomik anlamda derme çatma bir ‘orta sınıf’ görünümü arz eden kamu çalışanlarının kahir ekseriyetini de alt tabakaya doğru süpürüyor. Değişik parametreler üzerinden gözlemlediğimiz üzere gelir adaletsizliğinin gittikçe derinleşmesi sadece tüketim alışkanlıklarımızı ilgilendiren ve böyle bir lokasyonda tüketilebilecek bir mesele değil.
Sosyo-ekonomik gerçekliğimizin gittikçe kötüleşen bu hali, açık konuşmak gerekirse, başlı başına toplumun geniş kesimlerine yönelen yapısal bir şiddettir. Bütün boyutlarıyla toplumun yaşam standardını belirleyen ve çok daha önemlisi bunu kuşaklar arası transfer ettiren bu ekonomi-politik tam da bu boyutları nedeniyle hayati önemdedir. Yeni kuşakların John Rawls’ın ifadesiyle “toplumdaki başlangıç konumunu” sınıfsallaştıran, kadere dönüştüren mevcut gerçekliğimiz hükümetin sosyal-sınıfsal tercihlerini göstermesi açısından da ibretliktir.
***
Alt sosyo-ekonomik durumdaki kesimlerin konumlarının pekiştirilmesini ve bir takım sosyal yardım mekanizmalarıyla siyasal iktidara bağımlı kılınmasını önceleyen mevcut ekonomi-politik sadece hükümetin kendi eliyle geniş tabanı aleyhine sosyo-ekonomik eşitsizliği derinleştirmesi gibi bir çelişkiye yol vermekle kalmıyor. Aynı zamanda bu durumun doğrudan ve dolaylı oluşturduğu sosyal, kültürel, siyasi yüksek bir maliyet var.
İşin ilginci bütün bunlar uygulanan ekonomi-politiğin istenmeyen sonuçları olarak yaşanmıyor. Tersine hükümetin bölüşüm/paylaşım düzeneğinin doğal, beklenilen ve istenilen sonuçları olarak yaşanıyor. Bu açıdan bakıldığında mesele teknik bir rakamın belirlenmesinin ötesinde, yukarıda da dile getirildiği üzere, nerede, nasıl, kimden yana konumlandığınız, kimin için çalıştığınız ve tercihte bulunduğunuz, neyi ne kadar öncelediğiniz gibi son derece açıklayıcı, tanımlayıcı nitelikler taşımaktadır.
***
Diğer önemli bir husus, “asgari ücret” asgariden de anlaşılacağı üzere ‘en aşağı, en düşük’ anlamına gelmektedir. Bu en aşağı, en düşük her ne kadar kabul edilebilir bir alt sınıra göndermeyi içerse de hepimiz biliyoruz ki sınır; bir ayrıma işaret etmekle birlikte esasında daha çok güçlü, derin ve yapısal bir irtibatı varsayar. Zaten o güçlü, derin ve yapısal irtibat olduğu için ve tam da o irtibat üzerinde bir hat çizer, çizmeye çalışır. Dolayısıyla ‘asgari ücret’ açık konuşmak gerekirse kısır koşullar demek, imkânsızlıklar demek, yoksulluklar, yoksunluklar demek. İnsan onurunun tehdit altında olması, insanların insandışılaştıran koşullarda hırpalanması, insan bilincinin, ufkunun körelmesi, duygu, inanç ve ilişkilerinin yapısal bir şiddetin süreğen baskısına maruz bırakılması demek. Her an tetikte olmayı gerektiren bir uçurumun kenarında yüreği avucunda bir hayat kurmak demek.
***
Pascal “önümüzde uçurumu görmemizi engelleyen bir şey inşa edip tasasızca uçuruma doğru koşturuyoruz” demişti. İşin daha da tuhafı inşa ettiğimiz şeyi dogmatik bir inanca dönüştürmüş olmamız. Evlere şenlik bir dil, maliyeti yüksek bir gerçeklik ve sorunları çözme kapasitesini yitirmiş hatta sorunları çarpan etkisiyle büyüten bir mevcudiyet. Bu durumun bir tür “hikmet-i hükümet’ üzerinden uzun vadeli bir perspektife yaslanılarak tercih edildiği söylenebilir elbette. Bu tercihin aleyhlerine işlediği kesin olan kesimlerin ne tür bir Türkiye mücadelesinde bulunduğu ve bu mücadelenin ne tür bir yaşanmışlıkla ilintili olabileceği ayrı bir bahis.
***
Ekonomik krizle iyice belirginleşen sosyal-siyasal buhranımız gösteriyor ki yine kritik bir zaman aralığındayız. Titanik batmakta iken geminin hiç batmayacağını düşündüğü için insanlar gemi batarken güvertede çalan müzik eşliğinde dans ediyorlardı. Gemi batmasa güvertede müzik eşliğinde dans etmek şüphesiz çok romantik. Veya gemi batıyor ve sizin kurtuluşa dair tüm umutlarınız tükenmişse güvertede müzik eşliğinde dans ederek ölüme gitmek de çok artistik. Ancak bu kritik koşullarda koşuların icbar ettiği makul tedbirlere yönelmek yerine gerçekliği görmezden gelmek veya gerçekliği retorikle dönüştürmeye çalışmak bugünü ve yarını tüketmektir.
***
Temel sosyal politika göstergesi olan “asgari ücret”in belirlendiği şu süreçte vaziyetimizin ne olduğu ve ne tür yapısal bir müdahaleyi gerekli kıldığı yetkili isimlerin açıklamasından anlaşılıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı meclisteki konuşmasında “asgari ücret”le ilgili “rahat nefes alacak seviyede” olacağını vaat etmişti birkaç gün önce. “Rahat nefes alma vaadi” yerine sanırım vaatle itiraf edilen mevcut rahat nefes alamama durumumuza odaklanmamız gerekiyor. Zira söylemde dile gelmeyen veya satır aralarında askıda kalan gerçeği tüm çıplaklığıyla önümüze bırakıyor. Nefes alamayana, nefes almakta güçlük çekene rahat nefes aldırılır. Elbette rahat nefes aldırılmalıdır ancak bu okumanın ciddi olabilmesi için kimin niye nefes alamadığı, bu insanları kimin, nasıl, neden nefessiz bıraktığı ve şüphesiz “rahat nefes alma”nın ölçütünün (açlık sınırı mı, yoksulluk sınırı mı?...) ne olacağı üzerinde önemle durulması gerekmez mi?