Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Ceyhun Çiçekçi, Madrid-Paris konferanslarının Filistin davasına etkisini ve Trump’ın İsrail politikasını kaleme aldı.
CEYHUN ÇİÇEKÇİ
Madrid’ten Paris’e Filistin Davası: Konferansla devlet sahibi olunabilir mi? Sorunun cevabını peşinen verelim: Neden olmasın?
Çünkü az kalsın oluyordu. En azından denendi, belli bir aşamaya da gelindi lakin sonrasında özellikle İsrail’deki siyasal rüzgârların tam tersi yönde esmeye başlamasıyla birlikte süreç de akamete uğradı. Lakin salt konferansın alameti farikası değildi süreçteki ‘başarı’, pek çok bağlamın uyumuyla ‘denk gelen’ konjonktür başlı başına bir nedendi ve hatta konferans sadece bir sahne gösterisiydi…
Filistin Sorunu özelinde ‘konferans’ kelimesinin telaffuzu, kuşkusuz bu alanda çalışanların aklına ilk olarak Madrid’i getiriyor. Çeyrek asrı aşkın bir süre önce hayata geçirilen Madrid Konferansı’yla geçtiğimiz günlerde toplanan Paris Konferansı’nın kıyası, bir konferansın hangi bağlamlarda ve konjonktürde belirgin bir başarı sağlayabileceğine yönelik bizlere fikir verecektir.
MADRİD
1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine, harekete geçen ABD liderliğindeki koalisyon güçleri Irak’ı mağlup etmiş ve buna mukabil, bölgesel düzlemde uygun bir zemin yaratıldığına yönelik inançla birlikte, bir barış konferansı toplanmasına karar vermişlerdi. Madrid’te 1991 yılında toplanan konferans, bölgesel düzlemde İsrail ile hukuken (de jure) savaş halinde olan devletleri tarihte ilk defa aynı masa etrafına oturtmuştu. İsrail, bu konferansın ürettiği esas ve tali neticeler sayesindedir ki Arap coğrafyasında muhatap olarak kabul görmeye başlamıştır. Fakat bu sonuç, birtakım gelişmelerin yarattığı atmosferde elde edilmiştir.
Öncelikle küresel düzlemde inceleyelim. Madrid Konferansı, gerçekleştiği tarih itibarıyla Sovyetler’in yapısal olarak gevşediği ve dağılma sürecine girdiği bir dönemde toplanmıştı. Rijit iki kutuplu sistemin de bir dayatması olarak, yıllar yılı Filistin sorununa kalıcı bir çözüm getirilememişti. Özellikle de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bu sorun üzerinden iki süper gücün birbirlerini yokladıkları bir platform görüntüsü kazanmıştı. Fakat şimdi (1991) bu sorunun halline yönelik, Sovyetler’in süper güç statüsünü kaybediyor oluşu, bir fırsat olarak görüldü.
Bölgesel düzlemde ise Amerikan gücünün bölgedeki daimi mevcudiyeti, ancak böylesi bir toplantı ve akabinde gelişecek barış anlaşmalarına dayanabilirdi. İsrail yanlısı olarak algılanan ABD’nin bölgedeki varlığı, İsrail’i bölge devletleri nezdinde meşrulaştırmaksızın sürdürülebilir olmayacaktı. Kaldı ki Amerikan yönetimi, Sovyetler’in düşüşüyle birlikte biricik süper güç olarak sivrilmiş ve küresel bağlamda dile getirdiğine benzer ölçülerde, bölgesel bağlamda da ‘yeni bir düzen’ kurma iddiasını vurgulamaya başlamıştı. Bütün şartlar buna olanak sağlıyordu. Bölgesel yeni düzenin çekirdek (core) değeri ise Filistin sorununun hakkaniyetli halline dayanacaktı. Bölgedeki Amerikan karşıtlığının kökenlerini teşkil ettiği varsayılan sorun, hallolunmasıyla birlikte bölgenin politik minvalde yeniden dizaynını da kolaylaştıracaktı.
Ayrıca Madrid Konferansı’nın gerçekleştirildiği tarihlerde, Arap dünyası ‘potansiyel’ bir lidere de sahip değildi. 1970’lere kadar bu sahada en iddialı olan ülke Mısır’dı ve 1979’daki Camp David süreciyle birlikte liderliğini iddia ettiği Arap dünyasından izole edilmişti. Kahire’nin izolasyonu, ürettiği politik boşluk hasebiyle ‘yeni liderlere’ kapı aralamış ve bu alan, öncelikle Saddam rejimi tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Mısır’ın sahneden çekilmesine müteakip, özellikle 1980-8 aralığında gerçekleşen Irak-İran savaşı, Saddam rejiminin ürettiği söylemin ana hatları itibarıyla bir Arap-Fars savaşı olarak lanse edilmeye çalışılmış ve Arap liderliğine yönelik ilk ciddi atılım olarak algılanmıştı. Fakat Saddam rejimi, yine bir Arap ülkesi olan Kuveyt’i işgal ederek hem Arap milliyetçiliğinin resmi ölüm ilanını duyurmuş oluyordu hem de liderlik iddiasında olduğu bölgede yayılmacı bir profil sergiliyordu. Böylece Saddam, öncelikle Arap yönetimlerini ürküttü ve ayrıca Arap-Fars çatışması olarak sunduğu Irak-İran savaşıyla ‘elde ettiği’ sancaktarlığın altını oydu.
Trump’ın ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını açıklaması Filistin sorununun en netameli konusunu gündeme getirdi.
Bu bağlamlara ek olarak, ulusal seviyedeki gelişmeler de hayati bir önem arz ediyordu. Filistin ‘davasının’ liderliği bir süredir temsil ettiği iddiasını taşıdığı coğrafyadan oldukça uzakta, Tunus’ta ikamet ediyordu. 1987’de patlak veren ilk intifada bu açıdan FKÖ’nün zeminini kaydırıyordu. Çünkü intifada esnasında FKÖ liderliği sahada değildi. Daha ziyade Lübnan’daki İsrail işgaline direnişle vücut bulan Hizbullah’ın da etkisiyle bölge, İslami tonları ağırlıklı olan Filistinli hareketlerin önünü açmıştı. Söz gelimi HAMAS, bizatihi intifadayla akrandı. Seküler milliyetçi Filistin hareketinin zemin kaybetmesi, FKÖ liderliğini pozisyonunu konsolide etmeye sevk etti. Kısacası Madrid Konferansı’na giden süreç, bu perspektiften bakıldığında, FKÖ’nün zemin kaybetmesinden bağımsız düşünülemez.
PARİS
Paris Konferansı ise yukarıda anlatılan bağlamlardan neredeyse tamamen yoksundu. Yine kısaca açalım.
Küresel düzlemde böylesi bir konferansın verimli sonuçlar üretebilmesi ancak bölgede de etki kapasitesi yüksek küresel aktörlerin güçlü katılımına koşuttu. Bir süredir düşüşte olan Amerikan görünürlüğüne ek olarak, hususiyetle bölgede etkisini arttıran Rus varlığı da hesaba katıldığında, Rusya’nın güçlü katılımı olmaksızın yapılacak herhangi bir organizasyonu anlamsız kılacaktı. Ne var ki Rusya, dışişleri bakanlarının katıldığı toplantıya sadece Fransa’daki büyükelçisini gönderecekti. Ayrıca ABD’de başkanlık seçimleri gerçekleştirilmiş ve fakat yeni başkan henüz göreve başlamamıştı. Amerikan sisteminin getirisi olarak, halihazırda Beyaz Saray’da işbaşında olan başkanın politik meşruiyeti neredeyse yok hükmündeydi. Böylesi bir dönemde bu tip bir konferansın toplanması, kuşkusuz sorunun birincil muhatapları tarafından da dikkate alınmayacaktı. Kaldı ki İsrail ve Filistin Yönetimi dahi katılım göstermedi. Ayrıca bu konferansın Fransa öncülüğünde hayata geçirilmesi de konferansı zayıflatan bir diğer unsurdu. Hem İsrail, AB ülkelerini aşırı Filistin yanlısı buluyor hem de İsrail’de yankılandığı ölçülerde konferans, Fransa’nın bir nevi ‘ego tatmini çabası’ olarak algılanıyordu.
Kudüs’ün Amerikan yönetimi tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması, genel kabul görmüş iki devletli çözümün altını oyacaktır.
Konjonktürü bölgesel seviyede tarttığımızda Filistin, uzunca bir süredir gözlerden uzaklaşmıştı. Özellikle DAEŞ’in varlığı ve Suriye iç savaşı üzerinden yürütülen vekiller mücadelesi Filistin’i görünmezleştirmişti. Yemen’deki çatışma ortamı da perdelemeye katkı veriyordu. Bölgede daha ziyade İran ve Suudi Arabistan’ın çatışan politikaları ve bu politikaların sonuçları politik panoramayı belirliyordu. Suriye’de de Batılı güçler değil, Türkiye-Rusya-İran uzlaşısı temelinde gelişen bir süreç söz konusuydu. Batılı güçlerin bölgesel düzlemde görece pasifize olduğu bir dönemde Batı merkezli bir konferansın toplanması kuşkusuz sonuç üretmekten uzak kalacaktı. Ayrıca Eylül 2015 itibarıyla Suriye iç savaşına bilfiil müdahil olan Rusya, kısa süre içerisinde bölgedeki algıları ve politikaları yönetmeye talip olarak belirginleşmişti. Bölge liderleri Rus lider Putin’e ‘danışmanın’ önemini keşfederek, kapısını sıkça aşındırmaya başlamışlardı. Böylesi bir bölge odaklı hegemonik dönüşüm anında Fransa liderliğinde bir konferans toplamak, net çıktılar üretmesi bağlamında yetersiz kalmaya mahkûmdu. Bunlara ek olarak, İran’ın bölgedeki aksiyonunun yoğunluğu, Körfez monarşileriyle İsrail’i oldukça yakınlaştırdı. İsrail’in bölgesel düzlemde eli bu kadar rahatken -hem de tarihinin en sağcı hükümeti görevdeyken- onu zorlayacak bir zemin olduğu elbette söylenemezdi.
Ulusal düzlemde ise sağ tandanslı koalisyon hükümeti, İsrail’in Filistin Sorunu’nda yapıcı katkılar sunmasına kuvvetle muhtemel engel olacaktı. Madrid Konferansı akabinde gelişen Oslo Süreci’nin mimarı, İsrail solunun önemli figürlerinden İzak Rabin’di. Günümüzde İsrail, İzak Rabin gibi bir politik şahsiyetin etkisinde değildi. Bu bağlamda, Suriye’ye ait olan işgal altındaki Golan Tepeleri’ni yakın bir geçmişte ilhak eden, yine işgal altındaki Batı Şeria’nın ilhakını da sıklıkla konuşan bir hükümet, soruna yönelik kalıcı ve hakkaniyetli bir çözüm üretebilecek potansiyele sahip olduğu konusunda ciddi şüpheler uyandırıyordu.
Ayrıca halihazırdaki Filistin Yönetimi’nin meşruiyeti de sorgulanmaya oldukça açıktı. Filistin’in ‘efsanevi’ lideri Arafat’ın ölümü akabinde 2005 yılında iktidara gelmiş olan Abbas yönetimi, tarihin bir cilvesi olsa gerek hala iktidardaydı. Filistin’de son yapılan parlamento seçimleri, 2006 yılında gerçekleşmiş ve bu seçimin kısa vadeli sonucunda da Filistin fiilen ikiye bölünmüştü. Gazze’de hâkimiyet tesis eden HAMAS ile Batı Şeria’yı yöneten El Fetih, iki başlı bir Filistin ‘davasına’ neden oluyordu. Bu iki oluşum bir araya getirilmediği müddetçe Filistin ‘davasının’ temsili ve bu temsiliyetin hükümranlık potansiyeli oldukça sınırlı bir hal arz edecekti. Bu bağlamda, Paris’teki konferansa Abbas yönetimi olumlu cevap verse de HAMAS aynı çizgide düşünmüyordu. Nitekim konferansın hemen akabindeki Rus girişimiyle, iki oluşum birlik hükümeti kurma hususunda anlaştıklarını kamuoyuna duyurdu.
KISACA
Başkan Trump’ın Amerikan Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını açıklaması ve dolayısıyla Kudüs’ü, İsrail’in de facto ürettiği ‘statükoya’ istinaden başkent olarak kabul edeceğini ilanı, elbette Filistin Sorunu’nun belki de en netameli konusunu gündeme getirmiş oluyordu. Kudüs, bütün bir Müslüman coğrafya için bam telini simgelediğinden, böylesi bir icraatın yeni bir intifada dalgasıyla karşılanacağına yönelik karşı açıklamalar da geliyor. Kudüs’ün, Amerikan yönetimi tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması (recognition), hem bugüne kadar çözüm parametresi olarak genel kabul görmüş iki devletli çözümün altını oyacak hem de kuvvetle muhtemel Kudüs’e büyükelçiliklerini taşımak hususunda pek çok devleti sıraya sokacak bir domino etkisine sebep olacaktı. Bu bağlamda, Paris Barış Konferansı’nda amaç daha ziyade Filistin Sorunu’na bir vurgu koymak, onu hatırlatmak olabilir. İki devletli bir çözümün hala yaşatılabilir bir öneri olduğuna ‘kuvvetli bir biçimde’ destek sunmak, öncelikle tarafların ve özellikle de Trump yönetiminin dikkatlerini buraya çekmek, konferansın temel amaçları olarak düşünülebilir. Yeni Amerikan yönetiminin görevi devralmaksızın sergilediği aşırı İsrail yanlısı tutum da böylelikle ‘eleştirilmiş’ oluyor. Lakin nihai kertede, özellikle Rusya’nın yoğun angaje olduğu bir süreç hayata geçirilmeksizin, Filistin Sorunu’nda kısa vadede mesafe kaydetmek pek mümkün görünmüyor.
Filistin Sorunu’na nihai bir çözüm üretecek olası konferansların da minimum düzeylerde Madrid Konferansı kadar ‘şanslı’ olması gerekiyor. Bunca faktörün ‘el birliği etmişçesine’ zemin hazırladığı bir atmosfer olmaksızın yapılacak toplantılar, sembolik vurgular koymaktan öteye gidemeyecektir…