Geçen pazar ‘Sarıkamış’a doğru’ dedim ama Sarıkamış’tan önce uğranacak yerler var.
Bizim mahallede, Hoca Ahmed Yesevi Camii’nin avlusundaki Halil’in çay ocağına bazı akşamlar uğruyorum.
Oranın müdavimi arkadaşlarım henüz gelmemişse içerideki kitaplıktan bir kitap seçip okuyorum.
Ağırlıklı olarak dini kitaplar. Hadis, tefsir, fıkıh, ilmihal kitapları. Birçoğunu vaktiyle okumuşum.
Bir defasında Kazım Karabekir’in “Hayatım” diye bir kitabına rast geldim. (Emre Yayınları.) Gidip geldikçe okuya okuya bitirdim.
Kazım Karabekir bir Osmanlı subayı, milli mücadelenin de önemli komutanlarından biri. İyi bir aile terbiyesi almış, ahlaklı bir asker.
Osmanlı’nın zevaline yakın sıkıntılı zamanlarda yetişmiş. İstanbul’da doğmuş. (1882.) Fatih’te Zeyrek civarında. İlk mektebe de burada başlamış.
Babası da asker. Ömrünün son yıllarını Mekke’de geçirmek istediği için Mekke’de bir göreve atanmak istemiş. Münhal yer varmış, gitmişler, babası Kolera salgınında vefat edinceye kadar Mekke’de üç yıl yaşamışlar.
Mekke’deki mektep hayatı son derece renkli. İstanbul’a dönüşleri de… Karabekir Paşa’da güzel anlatıyor.
Ama ‘Sarıkamış’tan önce uğranacak yerler var’ derken kastım buralar değil.
Kazım Karabekir Fatih Askeri Rüştiye’sinde okuyor.
Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden haberdar oluyor.
Nasıl? Kendisinden dinleyelim.
“Bir gün ağabeyimin kütüphanesinin arkasında saklı bir yer gördüm. Karıştırdım. Paris’ten gelme Türkçe gazeteler. Merakla okudum. Müthiş. İttihat ve Terakki diye bir varlık varmış. Akşam ağabeyime bu işi açtım.
“Hamdi ağabeyim hayretle gözlerimin içine baktı ve “yemin et bakayım ki bundan hiç kimseye tek kelime bile söylemeyeceksin” dedi. Yemin ettim. Abdülhamit’in zalimliğini, istibdadını ve buna karşı milletin iyi kalpli evlatlarının hürriyeti almak için İttihat ve Terakki Cemiyeti namıyla bir cemiyet teşkil ettiklerini vatanını seven her gencin buna dahil olduğunu fakat bazı alçaklar tarafından haber alınarak birçok gencin sürgüne Yemen’e, Fizan’a gönderildiğini, bazılarının da denize atıldığını bana acı acı anlattı.”
(Yayıncı buraya bir not düşme ihtiyacı hissetmiş. Kimsenin denize atılmadığını, bunun bir propaganda olduğunu yazmış.)
O günden itibaren Kazım Bey İttihatçı.
O dönemin Abdülhamit düşmanlığını mahkûm etmemiz gerekir mi?
Abdülhamit’in bu hikâyede hiçbir kusuru yoksa, jurnalcilik, istibdat milletin ruhunu hiç bozmamışsa edelim.
Varsa, adil olmaya çalışalım. İki tarafın da kusuruna bakalım.
Kazım Bey’in ilk görev yeri Manastır. Bulgar ve Sırp çetelerinin bağımsızlık için isyan ettikleri bölge.
“Bulgar, Sırp ve Yunan ordularının günden güne tekemmülü karşısında bu kumandanlarla Türk ordusu istikbalin bu müşterek düşmanları karşısında ne yapacak? Zavallı genç zabitler, bu cahil eller sizi nasıl idare edecek? Ya alayın silahları? Hala martin. Dumanlı barut. Halbuki her ordu mavzer, manlihev silahlarıyla kaç senedir silahlandı? Bölüğü teslim alırken cephaneyi birkaç zabitle kamilen elden geçirdim. Çoğu yere atılmış elden doldurulmuş, bazısının kurşunu düşmüş ateş almamış fişekler var.
“Zavallı millet ve zavallı ordu. Kimdir cani ve caniler? Nargile içmekten binbaşı başını kaldırmaz. Kazan özengili eyere senede bir defa bindiği görülen alay kumandanı, 15 yaşında bir kızla henüz evlenen 70’lik süvari fırkası kumandanı, daha sonra bunamış ordu kumandanı. Rahatlarından başka bir şey düşünmeyen İstanbul’daki erkanı harbiye ve kumanda heyeti ve en sonra da bu cinayetlerin hepsinin sebebi olan Sultan Hamid.”
“(Süvari bölüğünde) binicilik vasat vaziyette, hayvanların terbiyesi de böyle. Fakat keşif ve muharebe kudreti yok gibi. Küçük zabitler kroki yapmak ve rapor yazmak bilmiyorlar. Endaht hiç yapmamışlar. (Endaht: Atış.)
Yani ordunun durumu hiç iç açıcı değil.
1905 Mayıs’ında Japonların Rus donanmasını imha etmesi genç subaylar arasında çok yankılanıyor. Bir gazeteden şöyle bir haber okuyorlar.
“Viladivostok’taki Japon tebaasına Ruslar fena muamele ettiğinden Petersburg’daki Japon sefiri Rus hariciye nezaretine şunu bildiriyor: Eğer bu muamele bir daha tekrar ederse şehri topa tuttururum.”
“Bunu okuyan kalbinden ‘yaşa’ diye bağırıyor ve ‘hükümet böyle olur’ diyordu. Ben de ilave ediyordum: Öyle milletin öyle hükümeti olur. İş, işi milletin eline vermek ve onu diriltmektir.”
Yıkılmış bir ruh hali. Büyük bir eziklik.
Çok geçmeden Abdülhamit hallediliyor.
İşler düzeldi mi Abdülhamit halledilince?
Hayır.
Kafaları askerlikten çok siyasete çalışan ve iktidarı ellerine alan askerlerle Balkan Harbini kaybediyoruz.
Bulgarlar İstanbul’un varoşlarına dayanıyor.
Peki Abdülhamit halledilmeseydi kazanır mıydık?
O halimizle yine hayır.