Netflix’in altı bölümlük Kulüp dizisi Türkiye Netflix listesinin haftalardır birinci sırasında.
Dizide ad verilmeden, siyasete girmeden 80 yıl önce Varlık Vergisi faciası ve gayri-müslim azınlıkların maruz kaldığı ayrımcılıklar büyük bir başarıyla anlatılıyor.
Bugün Varlık Vergisi’ni ve bu ayrımcılığı anlamak kolay değil.
Ama 80 yıl önce kolaydı.
Bugün Netflix’teki diziyi izleyip vicdanları sızlayan insanların büyük büyük babaları ve büyük büyük annelerine bu vergi, gasp edilmiş hakların iadesi, vatanseverliğin gereği gibi geliyordu.
Çünkü “dönemin şartları” öyleydi.
Gelin insanları bir haksızlık karşısında bu kadar duyarsızlaştıran o dönemin şartlarına biraz daha yakından bakalım.
Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942 günü Meclis’ten geçti.
İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Naziler, Bulgaristan’ı da alıp Türkiye sınırına dayanmış, bir taraftan da Haziran 1941’deki Barbarossa Harekatı ile Sovyetleri işgal için de harekete geçmişlerdi.
Türkiye, Nazilerin dokunmadığı ortada bir ada gibi kalmıştı.
Çünkü Haziran 1941’de Türkiye ile Nazi Almanyası arasında saldırmazlık anlamına gelen bir dostluk paktı imzalanmıştı.
Bu sırada Naziler, Sovyetlere karşı Türkiye’deki Turancı çevrelerle işbirliği yolları aramaya başlamışlardı. Türkiye’de hatırı sayılır bir Nazi lobisi ortaya çıkmıştı. Ekim 1941’de Harp Akademisi Komutanı Ali Fuad Erden, Berlin’e gidip Hitler’le görüşmüş ve Nazilerin Doğu cephesini dolaşmıştı.
Şubat 1942’de Nazilerin Ankara’daki büyükelçisi Von Papen’e karşı bir suikast girişimi olmuş, yine Şubat 1942’de iki ay boyunca boğaz açıklarında bekletilen ve İstanbul’ girişine izin verilmeyen Romanyalı Yahudileri taşıyan Struma gemisi römorkla çekildiği Karadeniz’de bir Sovyet denizaltısı tarafından Nazi 768 yolcusuyla batırılmıştı.
Nazilerin ilerleyişi karşısında sıkışan Türkiye, bir tercih yapmaya zorlanıyordu. Denge yanlısı bir çizgi izleyen Cumhurbaşkanı İnönü, Berlin’le iyi ilişkileri olan Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nu Temmuz 1942’de Başbakanlığa, Nazilerin araba hediye edecek kadar sevdikleri Numan Menemencioğlu’nu ise Dışişleri Bakanlığı’na getirmişti.
Gazetelerde eski “silah arkadaşı” Almanlarla işbirliğini savunanlar çoğunluktaydı.
Fakat savaşta Nazileri, Müttefikleri, Sovyetleri tutanları birleştiren, halkın da öfkesini çekmiş daha popüler bir öteki vardı: “Harp zenginleri”
Harp zenginlerinden kasıt Birinci Dünya Savaşı yıllarında halk savaş koşullarında yaşarken, erkekler cephelerde ölürken zenginleşen bir sınıftı.
Bugün ekonomik sıkıntıların günah keçisi Suriyeliler olduğu gibi o günkü günah keçisi de “Harp zenginleri”ydi.
İlk olarak gazeteci Ahmet Emin Yalman tarafından kullanılan “harb zengini” tabiri kısa sürede popülerleşmişti.
Onlardan gazetelerde “vatan evlatları cephelerde şehit olurken, her geçen gün halkın kanını emerek daha da zenginleşenler” diye öfkeyle bahsediliyordu.
İki savaş arası dönemin romanlarında “harp zengini” profili lüks ve sefahat içinde yaşayan, Batı taklitçisi, milli hisleri az sefih bir sınıf olarak resmediliyor, asalak, züppe sıfatlarıyla anılıyordu.
“Harp zenginleri”nin çoğunluğunu ise Yahudi, Ermeni, Rum ve Levanten tüccarlardan oluşuyordu. Türkler de onlarla işbirliği içinde “harp zengini” olmuşlardı.
Zaten işgal dönemindeki tutumları yüzünden sadakatlerine şüpheyle bakılan azınlıklar, İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu ekonomik şartlarında göze batan zenginlikleriyle sınıfsal bir nefretin objesi olmuşlardı.
Buna Nazilerin dünyayı etkileyen Yahudi karşıtı siyaseti de eklenince, azınlıklara düşmanlık aleni ve popüler hale gelmişti.
Yahudilerin Avrupa’da toplama kamplarına götürüldüğü günlerde Türkiye’de “Solomon fıkraları” basılıyor, gazetelerde Yahudilerin bir oteli asılan Nazi bayrağı yüzünden boykot etmesi ayıplanıyordu.
Dönemin bu ağır şartlarını iyi anlatan örneklerden biri de Anadolu Ajansı’nda yaşanan azınlık tasfiyesiydi.
Tasfiye sürecini başlatan Struma Faciası üzerine Anadolu Ajansı’nın Kudüs muhabirinin faciayla ilgili Yahudi cemaatinin tepkilerini anlatan haberiydi.
20 Nisan 1942 günü Meclis’te Anadolu Ajansı’na 50 bin lira yardım yapılması görüşülürken kürsüye Mustafa Kemal’in Ankara’da kurduğu Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptıktan sonra, 1927’den beri Çanakkale Vekili olarak Meclis’te bulunan tecrübeli bir gazeteci-siyasetçi olan Ziya Gevher Etili çıktı. Anadolu Ajansı’nın bu haberini göstererek öfkeli bir şekilde konuşmaya başladı:
“...Anadolu Ajansı memleketin en temiz unsurlarından teşekkül etmiştir. Bu kadar millî olan bir teşekkül söylemek istemiyorum, maalesef son zamanlarda beynelmilel bir uzuv olmağa başlamıştır. Çünkü arkadaşlar, burada çalışanların yüzde hemen yarısını ırkımın haricinde görüyorum. Birtakım yabancı unsurlar hatta Yahudi, Rum kalmıyor da İspanyol, Portekiz belki Cenubi Amerika’dan da birçok insanlar böyle garip garip şahsiyetler türemiştir... Benim Memleketim, benim Partim, benim Meclisim, benim Devletim böyle insanları kabul etmez.
Matbuat umum müdürlüğü Başvekâlete bağlıdır, ajans bir şirket halinde kalamaz, oraya ilhak edilmelidir. Muhterem Başvekilim bu ajans işini temizleyecektir, orada temiz insanlar göreceğiz. Arkadaşlar, size garip bir şey daha arz edeyim, isim söylemeye hacet yok. Ne kadar Yahudi ismi varsa, Hayım’dan tut da Salamon’una kadar, orada. Oraya başmuharrir, tercüman olurlar...
Merak eder sorarsınız, bunları kim yazmış, altına bakarsınız mütercimi Yahudilerden biridir. Demek ki arkadaşlar burada anormal bir şey var. Bunun önüne geçmek lâzımdır! Bu, vatan işi, propaganda işidir, benim propagandamdır.
Demek ki arkadaşlar biz kendi elimizle o Yahudileri yetiştiriyoruz. Devlet bu nankörleri besledi... Yakışır mı arkadaşlar bu hal? Benim böyle senelerce en yakından tanıdığım, en kutsi cidal arkadaşım olarak tanıdığım bu kıymetli arkadaşlar üçüncü plâna insinler. Soysuzlar onların yerini alsınlar. Bunlar birtakım Levantenlerdir. Bu milletin çocukları bunların hepsini 20 defa okutacak kadar lisan bilir. Politik sahada daha iyi, onların 40 mislini yaparlar... Bunun için bu 50 bin lira fazladır. Bir dakika bile verilmesi caiz değildir. Bu parayı bütçeden çıkardığımız gün bu adamlar tasfiye edilir, bu para millete kalır. Onun için bağrım yanık olarak ve büyük bir saffeti kalple söylüyorum. Başvekilimiz bu Anadolu Ajansı’nı kendi ellerine alsın ve ıslah etsin. Bu lütfunu burada dinlemek istiyorum (Alkışlar).”
Cevap vermek için kürsüye çıkan CHP’li Başbakan Dr. Refik Saydam, Struma Faciası üzerine o meşhur sözünü bu sırada söyledi:
“Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara melce olamaz. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur. Kendilerini bu sebepten İstanbul’da alıkoyamadık. Çok yazık ki bir kazaya kurban gittiler.”
4 Mayıs 1942 günü Başbakan Refik Saydam, Anadolu Ajansı Genel Müdürü Muvaffak Menemencioğlu’nu çağırıp “Ajans meselesinin halledileceğini” bildirdi.
Türk olmayan bütün memurların işine son vermek gerektiğini söyledi ve bizzat bir liste verdi. Bu listeyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Musevi, Ermeni ve “dönme” (Sabetaycı) olduğu tespit edilen 26 ajans çalışanının işine son verildi.
Anadolu Ajansı ‘ndan kovulanlardan 13’ünün isimleri şöyleydi: Jean Benda, Ferda İlkgelen, Etval Akşiyote, Dinah Tadıhan, Eugenie Naon, Esther Karbel, Vitalis, Benda, Sarah Nahmiyas, Raşel, Silvia, Mahcubyan ve Rozet Avigdor...
Tasfiyeye öncülük eden Ziya Gevher Etili, bir süre sonra Anadolu Ajansı’nın genel müdürü oldu.
Tam bu aylarda gazetelerde savaş yüzünden yaşanan ekonomik krize çare olarak ülkedeki “harp zenginleri”nden vergi alınması önerilmeye başlandı.
İlginç biçimde bu önerileri ilk ortaya atanlar Nazi yanlsı ya da milliyetçi isimler değildi.
Varlık Vergisi’ni ilk öneren isim, Amerika’da eğitim görmüş, uzun yıllar yazdığı her eleştiri için “dönme” suçlamasını işitmiş, bu yüzden bir suikast girişiminden kurtulmuş liberal eğilimli gazeteci Ahmet Emin Yalman’dı.
Yalman, 29 Mayıs 1942 günü sahibi olduğu Vatan gazetesinde yazdığı “Harp Kazançlarından Alınacak Vergi” başlıklı yazıda doğrudan “harp zengini” olarak azınlıkları hedef göstermişti.
“Bir defa azınlıklar arasında umumi bir ölçü ile vatani alaka elbette daha gevşektir. Bu memleketin iyiliği için yüreği tutuşacak bir ahlaki seviyede olanlar çok değildir. Bunlar vergi kaçırmayı açıkgözlülük sayıyorlar… Bu gibiler var ki iyi ahlakta olan memurları da ne yapar eder baştan çıkarmaya çalışırlar, bin türlü dolaplarla aldatırlar. İşte bu gizli münasebet, Türkler aleyhine ve azınlıklar lehine bir imtiyaz yaratır. Aşağı yukarı aynı mevkide olan Türk ve azlık ticarethanelerinin ve fabrikalarının aynı senelere ait kazanç vergileri şöyle bir gözden geçirilsin, derhal görülecektir ki kazanç, muamele ve istihlak vergileri gibi türlü türlü vergilerde azlıkların ve Levantenlerin tediye nispeti umumi olarak daha aşağıdadır. …… bir taraftan fevkalade vatani bir ihtiyaca diğer taraftan içtimai adalet esasına dayanan bu çok nazik vergiye ait yükün asıl nimet görenlere yüklenmesi ve asıl vurgunculara el uzatmanın yolunu mutlaka bulmalıyız. Bunun için de klasik usullerin bir tarafa bırakılmasından ve birtakım karine ve kıyaslamalara göre hareket edilmesinden başka çare yoktur. Bize kalırsa bir defalık olan bu verginin tahakkuk ettirilmesi için başlıca büyük şehirlerde fevkalade heyetler kurulmalı.”
Ona destek veren isimlerden biri de süprizdi. Sosyalist Zekariya Sertel. 10 Haziran 1942 yılında Tan’da yazdığı yazıda “harp zenginleri”ne karşı Varlık Vergisi çıkarılmasını savunmuştu:
“Yine bir müddet evvel harp şartları dolayısıyla elde edilen fevkalade kazançları dereceli ve ağır bir vergiye tâbi tutan bir kanun projesi hazırlandığı bildirilmişti. O günden beri bu kanun etrafında derin bir sükûtun hüküm sürdüğüne şahit oluyoruz. Hâlbuki harbin doğurduğu fevkalade şartlar içinde bu iki kanunun da çıkması, harp yüzünden kazanılmış gayrı meşru servetlere karşı duyulan kini tatmin edecek, hükümetin mevkiini ve nüfuzunu kuvvetlendirecek, ayrıca devlete bir gelir teminine yarayacaktı.”
Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından hazırlanan Varlık Vergisi Kanunu iki yazarın da isteklerini de karşılıyordu.
Kanun, 11 Kasım 1942 günü Meclis’te alkışlarla kabul edildikten sonra da kamuoyundan büyük destek görmüştü.
Meclis’teki konuşmasında Saraçoğlu’nun en çok alkış alan cümleleri şunlardı:
“Bizler ne Adam Smith’in talebesi ne de Karl Marks’ın çırağıyız. Biz, sadece içtimai dini halkçılık ve iktisadi mezhebi devletçilik olan, siyasi bir fırkanın çocuklarıyız. (Alkışlar, bravo sesleri)”
Varlık Vergisi, sert biçimde uygulamaya başlanınca gazeteler eleştirilere karşı neredeyse tek ses olarak vergiyi savundular.
Bu destekte Almanya yanlıları ve Müttefik yanlıları arasında bir fark olmadı.
Vergiyi ilk yazan isimlerden Ahmet Emin Yalman, 10 Şubat 1943 günkü Vatan’da eleştirilere şöyle cevap verdi:
“Biz yarım vatandaş istemiyoruz. Ya hep, ya hiç… Yalnız nimet için vatandaş külfet için yabancı ve düşman olan unsurlardan bir memlekete hayır gelemez. Sonra şurası var ki atılan adım, tatlılıkla başvurulan türlü türlü tedbirlerin tesirsiz kalmasının neticesidir. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı, vatandaşlık telakkisi yüzünden yakın şarkta hiç görülmemiş bir saadet devri açtık. Mütarekenin acı tecrübe ve imtihanlarını unuttuk, her Türk vatandaşı Türk kanunlarından müsavi şekilde himaye gördü. Komşu memleketlerde yaşayan Türklere aynı halde olmaktan uzaktı.”
CHP’nin sesi Ulus’un başyazarı Falih Rıfkı Atay da açık sözlüydü:
“Biz yalnız Türkler gibi düşünürüz ve Türklerin vatanında oturan, hakları korunan, rahat eden, çalışan ve geçinen herkes Türkler gibi düşünmeseler bile, onlar gibi fedâkârlık etmek zorundadırlar. En büyük kanun olan devlet emniyetinin gerektirdiği vazifeleri yapmaktan, hiç bir mülâhaza ile hiç kimse kaçamaz.” (16 Kasım 1942-Ulus)
18 Ocak 1943 günü Ulus Gazetesi'nde “Fedâkârlık Değil Borç!” başlıklı isimsiz yazıda ağlama duvarı göndermesinin adresi açıktı:
“Bunlar acaba, çorbalık pirincini bir vakitler 180 kuruştan arayan ve kazandığıyla günü gününe geçinmek zorunda olan vatandaşların, yüz bin, iki yüz bin, hatta milyonlar sahibi kimselerin vergileri karşısında gözyaşı dökmelerini, onlarla beraber ağlama duvarına gitmelerini mi istiyorlardı?”
Verginin azınlıkları hedef aldığını en gizlemeyen destek ise Atatürk’e raporlar yazmış CHP’nin devletçi iktisatçı ideoloğu Ahmet Hamdi Başar’dan gelmişti.
Başar’ın, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Varlık Vergisi münasebetiyle: Musa’nın adaleti” makalesi antisemitizmin net bir örneğiydi:
“Allah bu kavme diğer insanlardan farklı olarak mal ve toplamada imtiyaz vermişti. Eğer Yahudiler topladıkları malın kefaretini vermeyecek olurlarsa onların üzerinde bütün insanların gözü olacaktı, her yerde düşman muamelesi görerek ezilecekler, zulüm ve hakaret içinde kovulacaklardı... Bu tasfiye behemal yapılmalıydı. Eğer bu yapılmazsa insan felaketten kurtulamayacaklar, Yahudiler dünya yüzünde rahat yüzü görmeyeceklerdi... Bize gelince Varlık Vergisi kanunu ile cemiyet dinamizminin emrettiği içtimai adaleti bize yakışır bir kanun çerçevesi içinde tatbik etmek kararını almış bulunuyoruz...Dünya yüzünde ve bütün tarih boyunca bundan daha adilane hiçbir vergi olmamıştır. Musa peygamberin emrettiği, fakat kavmine tatbik ettiremediği içtimai adaleti biz Varlık Vergimiz ile temin etmiş oluyoruz. Dünyanın ve milletimizin selameti için çalışıyoruz. Musa’nın adaletini yerine getirmeğe çalışıyoruz.”
Peki nasıl olmuştu da bu kadar hararetle desteklenen, Aşkale’deki çalışma kamplarına kadar radikal biçimde uygulanan Varlık Vergisi’nden 10 ay sonra sessizce geri adım atılmıştı?
Bu sorunun cevabı da aynı: Dönemin şartları gereği...
Savaş cephelerinde denge Mihver’e karşı Müttefikler’e geçmeye başlamıştı. Özellikle ABD’nin savaşa girişi her şeyi altüst etmişti.
Ankara’daki ABD Büyükelçisi Laurence A. Steinhardt, Yahudi asıllıydı ve en baştan itibaren Varlık Vergisi ile ilgili gelişmeleri izleyip, Washington’ı bilgilendiriyordu.
Varlık Vergisi’nin Amerikan ortaklı şirketleri de etkilemesiyle, Washington’dan Ankara’ya uyarılar gitmeye başladı. Onu İngiltere, İsviçre elçilikleri izledi.
Fakat bu tepkiler diplomatik ortamda ve kapalı kapılar ardından kalmıştı.
Varlık Vergisi konusunda Amerika’yı esas harekete geçiren, New York Times’ın peş peşe yaptığı haberler oldu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 130 bin nüfuslu bir şehir olan Ankara, Nazi işgali altındaki Avrupa şehirlerinden kaçan Avrupalı ve Amerikalı savaş muhabirlerinin gözdesiydi. Bunun birinci sebebi güvenli ve merkezi bir yer olmasıydı. Ama daha önemli bir sebep daha vardı. Haber geçmenin zor olduğu savaş şartlarında her gece saat: 02.00’den sonra yayınların bittiği Ankara Radyosu’nun stüdyosu gazetelerine haber geçmek isteyen yabancı gazetecilere açılıyordu. Radyo frekansı üzerinden haberlerini gazete merkezlerine yazdırıyorlardı.
Tabii başlarında oturan bir hükümet görevlisinin eşliğinde.
Ama her zaman sansür işe yaramıyordu.
O gazetecilerden biri de New York Times gazetesinin sahibi olan Yahudi asıllı Sulzberger ailesinden olan, gazetenin Ankara muhabiri Cyrus Leo Sulzberger’di.
Sulzberger’in Ankara Radyosu frekansı üzerinden gazetesine gönderdiği Varlık Vergisi ile ilgili ilk haber, verginin çıkmasından 10 ay sonra 9 Eylül 1943 günü New York Times’da yayınlandı: “Türkiye Sermayeye Salınan Vergiden Huzursuz”
Ertesi gün New York Times’da yine Sulzberger imzalı bir Varlık Vergisi haberi daha çıktı. Bu kez haberde Başbakan Şükrü Saraçoğlu, vergiyle ilgili eleştirilere cevap veriyordu.
11 Eylül 1943 günü New York Times’da Sulzberger imzalı üçüncü haber çıktı: “Türk vergisi yabancı işletmeleri öldürüyor”
Haberde Varlık Vergisi’nin tam bir ayrımcılık örneği olduğu, gayri-Müslimlere Türk işletmelere göre çok daha ağır vergi konduğu, vergiyle gayrimüslimlerin ticaretten tasfiye edilmek istendiği açıkça yazılmıştı.
Haberler ABD’de büyük yankı uyandırdı. Yahudi cemaatinin baskısıyla ABD, Ankara’ya vergiyle ilgili baskılarını artırdı.
Savaşın yeni şartlarında bu Ankara’nn görmezden gelemeyeceği bir baskıydı.
Nihayet 17 Kasım 1943 günü TBMM’de akşam 18.30’daki celsenin açılışında gündem dışı olarak söz olan Maliye Bakanı Fuat Ağralı “Varlık Vergisi kanununa ek bir madde getirdiklerini ve kanunun acil olarak görüşülmesini” rica etti.
Ek maddede “vergilerini ödeyemeyecekleri tahakkuk eden hizmet erbabıyla gündelik gayri safî kazançları üzerinden kazanç vergisine tabi mükelleflerin tahsil edilmemiş bulunan borçlarını terkine Maliye vekili salâhiyettardır.” deniyordu. Madde üzerinde kimse söz almadı ve doğrudan kabul edildi. Böylece Varlık Vergisi borçları yüzünden Aşkale’ye sürgüne gönderilmiş gayrimüslimlerin vergi borçları silinmiş oldu. Aşkale’ye gidenler ve hayatta kalabilenler geri döndüler.
Büyük gürültüyle çıkarılan vergiden atılan bu geri adım gazetelerin çoğunda haber dahi olmamıştı.
15 Mart 1944’de Varlık Vergisi tamamen ortadan kaldırıldı.
Yine “dönemin şartları” gereği...
Çünkü Almanlar geriliyordu. Kızıl Ordu Polonya’ya ilerliyor, İngiliz uçakları Berlin’i bombalıyordu.
Türkiye’nin dış politikası da cephelerdeki son duruma göre güncellenmişti.
İlk kurban 12 Ocak 1944’te Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yaş haddinden emekliye sevk ettiği 23 yıllık Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tı. Çakmak, Almanlara yakın bir çizgiyi temsil ediyordu.
Haziran 1944’de Alman yanlısı Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu görevden alındı.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu ise yeni denkleme hızlıca ayak uydurup koltuğunu korumuştu.
20 Nisan 1944 günü Türkiye, müttefik ülkelerin baskıları sonucunda, Almanya ve diğer Mihver ülkelerine savaşın hammaddesi olan krom ihracatını durdurduğunu açıkladı.
Bir hafta sonra 27 Nisan 1944 günü, Almanya’nın Ankara’daki kudretli Büyükelçisi Von Papen istişarelerde bulunmak için Türkiye’den ayrılıp Berlin’e gitti.
26 Nisan 1944 günü, Sabahattin Ali’ye, Orhun dergisinde Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektupta “Vatan haini” dediği için Nihal Atsız’ın yargılanmasına başlandı.
İlk duruşmada mahkemede Atsız’ı desteklemeye gelen kalabalık yüzünden 3 Mayıs’a ertelenen dava Turancı gençlerin gövde gösterisine döndü. Çıkan olaylarda yüzlerce öğrenci gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan biri Atsız’a desteğe giden üst teğmen Alparslan Türkeş’ti. 9 Mayıs’ta Atsız da mahkeme çıkışı tutuklandı. Atsız’la birlikte İstanbul’da ırkçı ve Turancı gizli bir cemiyet kurmakla suçlanarak tutuklananlar arasında Prof. Zeki Velidi Togan ve Reha Oğuz Türkkan da vardı. Tutuklananlar İstanbul Emniyetindeki tabutluk adı verilen dar hücrelere kapatılmıştı. Birdenbire “Irkçılık ve Turancılık” en büyük iç tehdit haline gelmişti. “Nizam düşmanları” olarak suçlanan Turancılar, Romanya’daki Nazi yanlısı Gardist harekete benzetiliyordu. Nihal Atsız, Zeki Velidi ve Reha Oğuz gizli bir Turancı cemiyet kurmakla suçlanıyordu.
Dönemin şartları böyle değişince bir anda Varlık Vergisi uygulamalarına karşı eleştirel sesler de yükselmeye başladı.
Basında Varlık Vergisi uygulamasıyla ilgili en sert eleştirileri yapanlar da ilginçti.
Yayınlarıyla Varlık Vergisi’ne ilham kaynağı olmuş Müttefik yanlısı Vatan ve Sovyet yanlısı Tan gazeteleri.
Varlık Vergisi’nin en ateşli taraftarlarından olan Ahmet Emin Yalman, verginin uygulamasındaki ayrımcılıkları sert bir dille eleştirmeye başlamıştı.
Vatan Gazetesi bu yayınları yüzünden Kasım 1944’de “son günlerdeki neşriyatlarında varlık vergisi mevzuu yeniden ele alınarak vatandaşları birbiri aleyhine tahrik edici mahiyette yazılar görülmekte olduğundan” kapatıldı.
Almanların savaşı kaybetmesi, demokrasilerin kazanmasından sonra CHP iktidarı tümüyle yeni bir rotaya girmiş, çok partili demokrasinin önü açılmıştı.
Varlık Vergisi’ni eleştirmenin önü de...
Varlık Vergisi uygulanırken CHP içinde olan ve itiraz ettikleri duyulmayan Demokrat Partili siyasetçiler 1946 seçimlerinde CHP iktidarını Varlık Vergisi üzerinden sert biçimde eleştirdiler.
Eski İktisat Bakanı olan DP Lideri Celal Bayar, 15 Temmuz 1946’da partinin kurulmasından sonra İzmir’de yaptığı ilk konuşmada konuyu Varlık Vergisi’ne getirmişti:
“Varlık Vergisi mali emniyeti içte ve dışta sarsan, devlet haysiyetine dokunacak muamelelere yol açan ve kötü tatbikatıyla hatırlarda acı izler bırakmış olan böyle bir vergiye başvurmaktansa vaktinde normal ve türlü yollardan elde edilen paraların temini mümkündür. Kanaatimiz şudur ki; Varlık Vergisi gibi eşi tarihte görülmeyen bir vergiye başvurmak asla zaruri değildir.”
46 seçimlerinden sonra da DP ve CHP arasındaki en sert polemik konularından biri yine Varlık Vergisi’ydi.
DP İstanbul Milletvekili seçilen Salamon Adato, 1948’de Beyoğlu’nda yaptığı bir konuşmada sert ifadelerle vergiyi eleştirmişti:
“İspanya’da zulüm ve baskıya uğradığımız sıralarda asıl ve necib Türk milleti bize kapılarını açmıştı. Bugünkü iktidar partisi ise bir zamanlar maalesef vatandaşlar arasında farklar yaratmağa başlamıştı...Varlık Vergisi ile ocaklarımızı yıktı, bizi vatan hizmetine çağırdığı zaman temiz duygularımızı ihlal etti. Çünkü bize silah yerine kazma kürek verdi, askeri talim yerine toprak kazdırdı.”
CHP’li sözcüler eleştirilere ancak verginin uygulamasında sorunlar olabileceği gibi şerhler düşerek cevaplar veriyordu.
1950 seçim kampanyasında da azınlıkların açıkça desteklediği, çok sayıda azınlık milletvekili adayı olan DP’nin CHP’ye karşı en önemli silahlarından biri yine Varlık Vergisi’ydi.
Nihayet 14 Mayıs 1950’de DP iktidara gelince, Varlık Vergisi ile hesaplaşma çok kısa süre sonra Meclis’in gündemine geldi.
3 temmuz 1950’de CHP devriyle hesaplaşmanın en güçlü savunucularından olan DP Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu, Maliye Bakanı Halil Ayan’a Varlık Vergisi uygulamalarını telafi etmek için ne yapacağını sordu:
“Varlık Vergisi tarhedilirken birçok muvazenesiz tarhlar yapıldığı ve bunun birçok suiistimallerden doğduğu söylenmiş ve söylenmektedir. Maliye Bakanlığınca bu yolda bir malûmat var mıdır?
Varlık Vergisini ödemeyenler kamplara gönderilmişti. Bu gönderilişte borcunun yüzde yetmişine kadar verenler kampa gönderildikleri halde, hiç ödememiş olanlar gönderilmemişti”
Kürsüye çıkan DP Bursa Milletvekili, Maliye Bakanı Halil Ayan’ın sözleri devletin resmi olarak Varlık Vergisi ile ilk hesaplaşması oldu:
“Sayın Sinan Tekelioğlu Varlık Vergisi ve tatbikatı hakkındaki sualiyle hakikaten acı bir mevzua dokunmuş bulunuyor...İşte arkadaşlar, bir vergi tasavvur ediniz ki matrah ve nispet koymamıştır; bir vergi tasavvur eliniz ki tatbik edenlerin arzu ve takdirlerine bağlıdır; bir vergi tasavvur ediniz ki mükellefin külfeti dedikodu ve rakibin hasedinden doğan ihbar yollariyle tâyin ve tesbit edilmektedir. Devlet maliyesi mefhumu ile hiçbir alâkası olmıyan böyle bir verginin tatbikatında husule gelmiş olan haksızlık, nispetsizlik ve tezatların azametini tasavvur etmek kolaydır.”
Konu Tekelioğlu ve DP’nin azınlık milletvekillilerinin girişimiyle daha sonra yine Meclis’in gündemine getirildi.
Bu görüşmeler sırasında söz alan Başbakan Adnan Menderes de Varlık Vergisi üzerine konuştu:
“Hâdisenin bu tarzda seyretmesi vaktiyle, en kesin olarak tatbiki düşünülmüş olan Varlık Vergisi gibi çok ağır ve nâzik bir mevzuda bile memleketin nasıl bir çiftlik idaresi zihniyetiyle idare edilmiş olduğunu ortaya koymaya kâfidir. (Bravo sesleri). ...Af Kanunu muvacehesinde bu meselenin ne suretle ele alınması lâzım geleceğini Hükümetiniz, bu sualin de tahriki karşısında, ele almak mecburiyetindedir. Şayet çıkarılmış olan Af Kanunu bu meselenin ve bu gibi hâdiselerin takibini gayrimümkün kılmış olsa dahi, mânevi mesuliyetin tebarüz ettirilmiş olması, Türk Milletine bu meseleler ve hâdiseler hakkında malûmat ve kanaat edinmesi lâzımdır. Bunların umumi efkâr önüne serilmesi, mânevi mesuliyeti mesullerin üzerine yüklemek bakımından behemehal zaruri görülmektedir. (Soldan şiddetli alkışlar).”
Meclis’te Varlık Vergisi ile ilgili en sert konuşmalardan birini ise DP İstanbul milletvekili Ahmet Hamdi Başar yapmıştı.
Bu Ahmet Hamdi Başar, Varlık Vergisi’ni Musa’nın Adaleti yazısıyla savunmuş meşhur iktisatçı ideologdan başkası değildi.
Ama anlaşılan iktidar değişimi sonrası fikri de değişmişti:
“Müsadenizle vergi bahsî geçtiği için söyliyeyim: bir vakitler Varlık Vergisi diye bir salma vergi konmuş, burada bütün Türk Milletinin asil duyguları ve istekleri hilâfına iktidarı Türk vatandaşlar arasında hainane bir tefrik yaparak bunlardan bir kısmını iktisaden ezmek maksadı gütmüştü. Neticenin ne olduğunu hepimiz biliriz bu zalim vergi yüzünden memleketimizin malî itibarı muazzam bir sarsıntıya uğradı ve milletimizin yüzü kızardı. Ben kapıkulu iktidarını kendi serbest ve hür iradesiyle deviren Türk Milletinin samimî duygularına tercüman olarak ilk Demokrat Hükümet programında bu emsalsiz derecede adaletsiz vergi karşısındaki nefretimizi ifade etmek ve artık Türkiye Devletinde hiçbir suretle ve hiçbir zaman Varlık Vergisi gibi ilk çağ salma vergilerinin yer bulamayacağını milletimize ve bütün dünyaya açıkça ilân edilmiş görmek isterdim.”
Varlık Vergisi’nin artık Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından resmen lanetlenmesinin cesaretlendirdiği bir isim ise evraklarının çoğu kaybolmuş Varlık Vergisi ile ilgili bütün bilinenleri değiştirecekti.
Varlık Vergisi uygulanırken İstanbul Defterdar’ı olan Faik Ökte, 1951 yılında Varlık Vergisi Faciası kitabını yayınladı.
Kitabın neden şimdi yayınlandığını kitabın girişinde şöyle anlatmıştı:
“Bu kitabı İstanbul Defterdarı iken yazmağa başlamış, 1947 senesi başında bitirmiştim; fakat basılması için bir müddet beklemeyi muvafık bulmuştum. Vukuatın eskimesi daha iyi olacaktı. Şimdi Varlık Vergisinin Büyük Millet Meclisinde konuşulması ve bilhassa vergi hakkında Maliye Bakanının konuşuş şekli dolayısiyle kitabı bastırmağa karar verdim.”
Çünkü, evet yine “dönemin şartları” değişmişti.
Kitabı basan Nebioğlu yayınevinin giriş yazısı 10 yıl içinde ülkenin havasının nasıl değiştiğini gösteriyordu:
“Varlık Vergisi, vatandaşlar arasına kolayca unutulamıyacak ayrılık tohumları serpmiştir. Bu vergi aynı zamanda dış memleketlerde genç Türkiye’nin kazandığı itibarı yıkmıştır. Karakter itibariyle gayet korkak olan ve Türkiye’ye gelmesini istediğimiz yabancı sermaye hâlâ bu vergiyi hafızasında kuvvetli bir endişe mevzuu olarak yaşatmaktadır. Şüphesiz bu vergiyi vücude getiren devlet adamları Türk milletine en büyük fenalığı yapmışlar, kalplerde tedavisi gü. yaralar vücude getirmişlerdir; Bu devlet adamları yapılan mezalimi kör ve sağır bir kalple seyrettiklerinden dolayı lânetle anıldıkları gibi tarih müvacehesin de de en aşağı mevkilere kadar düşmüşlerdir. O sıralarda meclisi dolduran yüzlerce milletvekilinin, yüksek mevkilerde ve icra makamında bulunanların bu zulümlerine karşı âtıl ve pasif kalmış olmaları, vicdanlarında milletin duyduğu isyanın aksini duymamaları ve buna karşı mertçe harekete geçmemeleri hayatlarının en büyük hüsranı olarak kalacaktır. Nebioğlu Yayınevi bu eseri hiçbir siyası maksatla, hiçbir parti mülahazasıyla değil; fakat Türk milletine ve memleketine karşı yüklendiği vazifeleri müdrik olarak ve sırf bir milletin gelişmesine hizmet etmek ve ona mazden bir ibret örneği sunmak için neşretmektedir. Temennimiz gelecek nesillerin bu nevi korkunç hareketlerden âzade olmasıdır.”
Faik Ökte’nin kitabına yazdığı Önsöz de Türkiye’de devlet görevi yapmış kişiler arasında eşi az görünen bir açık ve samimi yüzleşme beyanıydı:
“Varlık Vergisi Cumhuriyet malî tarihinin yüz kızartan bir sahifesidir. Bu verginin tatbikinde benimle beraber çalışan arkadaşlarımın çoğu ondan nefret ederler ve bu ceninin gömülmesini isterler. Ben bu fikirde değilim. Bu faciada siyaset adamlarının, memurların, mükelleflerin, karşılıklı rolleri, hataları, ıstırapları vardır; onları olduğu gibi belirtmek, bu faciayı bütün çıplaklığıyla meydana çıkarmak ve bu suretle benzeri yeni yeni faciaların tekrarlanmasına mani olmaya çalışmak, hepimize düşen bir vazifedir.
Ben bu kitabı işte bunun için yazıyorum. Kitabın tetkikinden de anlaşılacağı veçhile, bu vergi bir siyaset adamının dimağından doğmuştur; teknik servislerin bunda hiçbir dahli yoktur. Memleketimizin bünyesi bu çeşit siyaset adamlarının doğmasına, daha doğrusu siyaset adamlarının bu gibi ucûbeler doğurmasına müsaittir. Bu sebeple bu faciayı örtmek ve gömmektense bilâkis açmak ve meydana çıkarmak daha faydalı olur. Bu bir az da Vatan ve Memleket meselesidir. Çünkü bu dert her zaman nüksedebilir. Bundan başka bu verginin, o zamanki düşünüşe göre, doğmasını icabettiren sebep ve zaruretler vardır. Bunları yarının malî tarihini yazacaklara olduğu gibi nakletmek, bizim neslin borcu ve vazifesidir.”
Varlık Vergisi ile ilgili bütün bilgileri ilk ağızdan yazdığı kitabı yüzünden “Damarlarındaki kanda bizim kandan bulunsaydı bu kitabını yazmaz ve has Türklüğün karşısına böyle iğrenç ve hain sıfatınla çıkmazdın” diye suçlanan Ökte, önsözde yazdığı endişelerinde haklı çıktı.
O dert yeniden nüksetti.
Kıbrıs’ta yaşananlar ve Atatürk’ün evine atılan parça tesirli bombanın haberiyle dört yıl sonra 6-7 Eylül olayları yaşanırken azınlıkların malları yine yağmalandı.
Kıbrıs’ta artan gerilime cevap olarak dönemin hükümetinin 1964 çıkardığı kararnameyle binlerce Rum İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı.
Varlık Vergisi’nin bir facia olduğu gerçeği unutuldu.
Ta ki 1999 yılında Varlık Vergisi’ni konu alan Salkım Hanım’ın Taneleri filmi vizyona girene kadar.
Film ulusalcı ve milliyetçiler tarafından “Türk düşmanlığı”yla suçlandı.
İki yıl sonra film TRT’de gösterilince tekrar bir kıyamet koptu, koalisyonun MHP kanadı, Cumhuriyet, Milliyet, Star gibi o dönemin sıkı Kemalist gazeteleri TRT yönetimini, filmin senaryosunun dayandığı aynı adlı romanın yazarı ANAP’lı bakan Yılmaz Karakoyunlu’yu, yönetmen Tomris Giritlioğlu, senarist Etyen Mahçupyan ve danışman Murat Belge’yi yerden yere vurdu, bolca “vatan hainliği”, “Türk düşmanlığı”, “Ermenicilik” lafı havada uçuştu..
22 yıl sonra Varlık Vergisi’nin neden olduğu bir acının üzerine kurulmuş Kulüp dizisi ise aynı tepkileri görmedi.
Üstelik milliyetçiliğin hem iktidar hem muhalefet kanadında yeniden yükseldiği bir dönemde.
Ama bunun bir olgunlaşma, kemale erme olduğunu söylemek biraz abartılı olabilir.
Çünkü artık Yahudiler, Rumlar, Ermeniler hayatımızın içinde değiller, sayıları ve etkinlikleri görmezden gelecek kadar az, bekamız için bir “risk” oluşturmuyorlar.
Bu nedenle onlara karşı canlı bir milliyetçi öfke yok. Son 20 yılda yaşadıklarımız nedeniyle bu konuda ileri geri konuşmak da ayıplanır hale gelmiş durumda.
Yani dönemin şartları bir kere daha değişti.
Ama bu dönemin şartlarının da başka ötekileri, akıbetleri üzerinde konuşulurken vicdanların sızlamadıkları, başka günah keçileri var.
79 yıl önce Yahudiler, Ermeniler, Rumlar “Harp zengini bunlar” diye çalışma kamplarına gönderilirken ki vurdumduymazlık, 2021 yılında “harp kaçkını” Suriyeli gençler muz videosu yüzünden gözaltına alınırken, kaçtıkları ülkelerine geri gönderilmeye çalışılırken, Bolu Belediye Başkanı mültecilere suyu, evlenmeyi bile yasaklarken, Kürdistan diyen hapse atılırken sürüyor.
Çünkü onla bu aynı değil ki...
Ayrımcılığın ve mağdurlarının yaşadıklarının “dönemin şartları”na göre değişmediğini, insan haklarının tam da böyle dalgaların yükseldiği zamanlarda dalgalara karşı koymak için var olduğunu anlamak için belki 80 yıl sonra yayına girecek bir Netflix dizisini beklememiz gerekiyor.
Çünkü dönemin şartları...
Kaynaklar:
Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
TBMM Zabıtları
Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951.
Ayhan Aktar; Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, 2004.
Rifat N. Bali; Ahmet Hamdi Başar’ın Varlık Vergisi ve Türkleşme Hakkında Görüşleri, Toplumsal Tarih
http://www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/varlik_vergisi_ve_turklesme.pdf
Yasin Çoşkun; Varlık Vergisi’ne Gösterilen Uluslararası Tepkilere Bir Örnek: ABD’nin Varlık Vergisi’ne Yaklaşımı
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/926818
Güz, Yanık, Bingöl, Uğur; Varlık vergisinin yazılı basında ele alınışı
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/551694
Feridun Ata; Varlık Vergisi’nin Amerikan Kamuoyu’na Yansıması
http://www.tarihinpesinde.com/dergimiz/nisan2014/M11_04.pdf
Hakan Baş; Varlık vergisinin Türk siyasal yaşamına yansımaları(1942-1957)
https://9lib.net/document/1y92dmvz-varlik-vergisinin-tuerk-siyasal-yasamina-yansimalari.html