Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Kurdish Studies Center…
Bunlar Diyarbakır merkezli düşünce kuruluşları. Muhtemelen Diyarbakır; İstanbul ve Ankara’dan sonra en çok düşünce kuruluşunun olduğu şehir.
Aynı zamanda en fazla konferans, panel, sempozyumun yapıldığı da şehir.
Türkiye’nin en aktif, hukuk kültürü ve birikimi olan baroları, en fazla toplantı organize eden, rapor üreten, siyasi ve sosyal tartışmalara katılan ticaret ve sanayi odaları bu bölgedekiler.
Onlarca vakıf, STK sürekli aktif halde. İstanbul ve Ankara dışında Rawest gibi araştırma şirketlerinin olduğu tek şehir de Diyarbakır.
Sadece geçen hafta sonu aynı anda Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin “Kürt Meselesinde Çözümsüzlük Türkiye’ye Neler Kaybettiriyor” konferansı, Kurdish Studies Center’ın Araştırmacılar Eğitimi, Paris Kürt Enstitüsü ve Mezopotamya Vakfı’nın Kürt şair ve yazar Ceğerxwin’in 40. ölüm yıldönümü için düzenlediği anma programı, DEM Parti’nin toplantısı, Kuzey Yıldızı Vakfı’nın bir Kürt geleneği olan Seva Mexekrej’i (Karanfilli elma) canlandırmak için düzenlediği atölye vardı.
Ama şehrin gündemi Bahçeli’nin uzanan sürpriz eliyle başlayan yeni süreçti.
Süreçle ilgili baskın duygu; temkinlilik.
Temkinli iyimserler ve temkinli kötümserler olarak ikiye ayrılıyor bu temkinliler.
Çözüm Süreci’nden sonra hendek olaylarını yaşamış bir şehrin temkinliliği çok anlaşılır.
Çözüm Süreci ile yeni neslin tabiriyle “fena halde yükselen” şehir, sonra yeniden Yılmaz Erdoğan’ın mısrasındaki gibi “hayal kırıklıklarının başkenti” olmuştu.
Ama Bahçeli’nin elini ve süreci Batı’daki muhalifler gibi kimse de “İçi boş bunun, Erdoğan seçilmek için yapıyor” diye kestirip atmıyor.
Daha doğrusu atmak istemiyor. Çünkü bu ihtimal Batı’daki muhalifler için Kürt müttefiklerini kaybetme ihtimali iken, bölgedeki Kürtlerin doğrudan hayatlarını etkileyecek bir ihtimal.
Her ailede birinci ya da ikinci yakınlardan biri dağda ya da hapishanede. Ya da bu 40 yılda yolu oralardan geçmiş. Ömrü hayatında bir kere gözaltına alınmış olmak sıradan bir sicil. Gencecik insanlar birkaç slogan, evinde bulunan dergi, kitap yüzünden çok kolay açılan terör örgütü üyeliği davalarının sanığı, akıbetlerini bekliyor.
1 Ekim’dan bu yana olanların yarattığı Şaşkınlığı bir esnaf “yani şimdi Bahçeli’ye Biji Serok Bahçeli mi diyeceğiz” diye özetliyor.
DEM’den, Demirtaş’tan ve PKK’dan gelen ilk tepkilerin pozitif olması bu şaşkınlık hissinin bir beklentiye dönüşmesine neden olmuş.
Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin “Kürt Meselesinde Çözümsüzlük Türkiye’ye Neler Kaybettiriyor” konferansı aslında Bahçeli’nin eli uzanmadan aylar önce organize edilmiş.
Türkiye zaman zaman unutsa ve inkar etse de, zaten bölgenin değişmez gündemi Kürt sorunu.
Diyarbakır’daki otellerin düğünler için yapılmış şatafatlı salonlarının duvarlarında bu mesele üzerine söylenmemiş söz kalmamıştır.
Sadece ben bu otellerde son 10 yılda herhalde en az 10 kez Kürt sorunu temalı böyle bir toplantıya katıldım.
Toplantının yapıldığı salona Diyarbakır’da ve çevre illerde bu meseleyi konuşabilecek herkes yine bıkmadan, sıkılmadan gelmişti.
İstanbul, Ankara ve İzmir’den de yıllardır bu mesele üzerinde çalışmış, konuşmuş isimler davet edilmişti.
Konferans salonuna hakim olan ama misafirlere nezaket gereği dillendirilmeyen duygu “Bunların hepsini defalarca konuşmadık mı?”ydı.
Başlığın girişi de bu bıkkınlık duygusunu yansıtıyordu “Kürt Meselesinde Çözümsüzlük”…
Sanki salondaki insanların omuzlarına bu mesele ve çözümsüzlüğün yükü çökmüş gibiydi.
Bu ağırlığın sebebi aslında Kürt Meselesi’nin aşırı büyüklüğü.
100 yıllık bir meseleden bahsediyoruz.
İçinde 40 yıllık silahlı bir örgüt, hapisteki örgütün lideri, bölgedeki Kürtlerin sorunları, Kürt hakları, Kürtçe dil hakları, ekonomik sorunlar, anayasal sorunlar gibi başlıklar var.
Bunların hepsini aynı anda konuşmak bile zorken, hepsine aynı anda çözüm aramak ve bulmak neredeyse imkansız. Öyle bir devrimci an gelip bu sorunun bütün boyutlarını çözmeyecek.
O yüzden de çözüm; büyük Kürt meselesinin tamamı için aranan ve bulunamayan bir çözüm yani doğal olarak çözümsüzlük haline geliyor.
Ayrıca bu çözümün üzerine Türkiye’nin diğer demokrasi, hukuk, özgürlük meselelerine de çözümün ağırlığı çökmüş durumda.
Toplantıda Kürt sorunu tartışılırken bir anda Türkiye’nin sorunları da konuşulmaya başlandı. Bunları birbirinden ayırmak belki zor ama Kürt sorunu için “Türkiye’nin en önemli sorunu” diye başlayan iddialı cümlelerin sonunda Batı’daki özellikle sol ve liberal muhalifler Kürtlerden kendi meselelerini de çözmelerini bekliyor.
Hatta Türkiye’nin hukuk, demokrasi, özgürlük meselelerinin de çözümü Kürt meselesinin çözümüne şart ya da öncül koşuluyor.
Böylece Kürt meselesinin yükü daha da ağırlaşıyor.
O yüzden ben toplantıda Kürt sorununu parçalamayı ve meseleyle bütünleşmiş kelimeyle söylemek gerekirse “bölmeyi” önerdim.
Meseleyi bölmeyi, tabii böylece çözümleri de bölüp, tedrici olarak zamana yaymayı.
Salona hakim olan çözümsüzlük hissinin sebebi ise hepsi bu sorunun muhatabı, mağduru olmuş, mesele hakkında her ayrıntıya hakim olan insanların aslında çözümün esas aktörleri olamamalarıydı.
Aktör olamayan, olmalarına izin verilmeyen ya da meselenin esas can alıcı kısmının tarafı olmayan insanların omuzlarına çözümün ağır yükünü yüklenmesi bir adaletsizlik.
Çünkü bugün Kürt meselesinin bütün boyutlarını etkileyen en can alıcı kısmı 40 yıl önce bu meselenin çözümü için ayaklanma başlatmış silahlı bir örgütün varlığı, İmralı’daki Özalan’ın ve dağda ve Avrupa’daki PKK’lıların gücü, her tartışmanın, her kurumun, her aktörün tepesinde sallanan kılıcı.
O orada sallanmaya devam ettiği sürece siyasetçilerin, sivil toplum liderlerinin, aydınların aktör olması mümkün değil.
İşte Bahçeli’nin eliyle başlayan süreç meselenin tam da bu esas, acil, hayati kısmının çözümü için bir fırsat.
O silah duvarda asılı durdukça Çehov oyunlarındaki gibi muhakkak patlar ve patlıyor. O silahın o duvardan indirilmesi gerekir.
40 yılın artık rutinleşmiş, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen PKK meselesini demokratik bir tartışmayla, hukuk devleti içinde, Meclis’te çözülmesi mümkün değil.
Bu ancak istisnai bir durumda, bir anlaşmayla çözülebilir.
Carl Schmitt’in dediği gibi “Egemen istisnai olana karar verendir”.
Eğer bugünkü egemenler bu istisnai durumu yaratacak güce sahipse, bu gerçekten Erdoğan’ın dediği gibi tarihi bir fırsat penceresidir.
Bunu zorlayan dış ve iç faktörler bir daha bu kadar denk düşmeyebilir, liderler bir daha böyle bir riski kolay kolay almayabilir.
Eğer bu iktidar elindeki büyük güçle ve toplumsal meşruiyetle meselenin bu en büyük parçasını çözecekse o çözmelidir. Yarın bu meselenin çözümünün garantisi yok.
Bu seçimlerden sonraya ertelenebilir bir fırsat değil.
Çünkü Kürt meselesinin çözüleceği büyük bir devrimci an gelmeyecek. Seçimlerden sonra da bu meselenin çözüleceğiyle ilgili mucizevi bir ortam oluşacağının bir garantisi yok.
Bugün bu iktidarla meselenin silahı ortadan kaldırma kısmına yarın başka iktidarlarla diğer boyutlarına çözüm bulunabilir
Kimseye ahlaken ve siyaseten bir bağımlılık duygusuyla hareket etmeden, Kürtlerin kendi meselelerini ve çözümlerini parçalaması, sorunlarının çözümü için pragmatik davranması gerekiyor. Batı’daki muhaliflerin de Kürtlere bu esnekliği tanımaları, mahalle baskısı yapmamaları, kendi sorunlarını çözmeye çalıştıkları için onları ayıplamamaları gerekir.
Sütten ağzı yanmış Diyarbakır, yoğurdu üfleyerek yiyor, temkinli ama bu pragmatizme de yakın duruyor.