Türkiye’nin yüksek enflasyonla yaşadığı yıllarda bugünkü gibi rakam tartışmaları olurdu. Enflasyon ne kadar? Hükümetin dediği doğru mu? Ya da hesaplama sepeti gerçeği yansıtıyor mu? gibi sorular büyük tartışma konusu olurdu. O laf kalabalığı zamanlarında bir işadamı çıkıp şöyle demişti: Enflasyon vatandaşın hissettiği kadardır.
Doğrusu da budur. Vatandaş bakkalda, markette hayat pahalılığını ne kadar hissediyorsa gerçek enflasyon da o kadardır.
Bugün ciddi bir ekonomik sarsıntının içinden geçiyoruz ve yaşamakta olduğumuz şeyin kriz mi yoksa dalgalanma mı olduğu konusunda son derece ciddi bir görüş ayrılığı var. O kadar ki kriz diyenler dış güçlerin adamı veya hain olmayı göze almak zorundalar. Böyle olduğu için de tanımdan işin özüne gelmek neredeyse imkansızdır. Ama hayat akıyor, günler geçiyor ve problem derinleşiyor. En iyisi yine aynı ölçüyü kullanmak: Vatandaş ne hissediyorsa yaşadığımız şey odur.
Elbette ekonomide aktör sayısının bakkal ve marketle izah edilemeyeceği, birçok kurumun işin içinde olduğu gerçeğine de bakmak zorundayız. Ülkenin dış finansman ihtiyacı, bunun tedarik şartları, borç çevirme kabiliyeti, kur hareketleri ve temelde üretim ekonomisi eksikliğinden doğan zaafları bu değerlendirmeye eklemek zarureti vardır.
Ekonomi dünyayla ileri düzeyde entegre olmanın avantalarından nasıl istifade ettiyse bugün olduğu gibi bunun faturasını da ödemekle karşı karşıyadır. Kolay borçlanıp, içeride yüksek büyümeyle üretimimizin üzerinde bir hayat standardıyla yaşamak bir avantajdı. Büyük altyapı yatırımları ile otomotiv, elektronik ve günlük hayata dair ürünlere kolay erişim ve iyi standartlara yakın hayat tarzını sürdürmek bu sayede mümkün olabildi. Bu tablo, dünya piyasalarının dilini konuşmak ve onlara güven vermenin bir sonucudur. Hepimizin bildiği gibi Türkiye kendi ürettiğiyle ve tasarrufuyla yetinecek olsa böyle bir büyüme yakalayamazdı. Daha küçük bir ekonomi ve kısıtlı bir refahla yetinmek zorunda kalırdı.
***
Güçlü veya güven veren bir ekonomi demek dünyadan doğrudan yatırım ve borçlanma yoluyla finansman çekebilmek demektir. Türkiye uzun yıllar bunu başardı ve çok övündüğümüz altyapı yatırımları dahil ülkenin çehresini değiştiren alanlarda gelişme kaydetti. Öte yandan, daha fazla üretim ve bilhassa da teknolojik gelişmede ise başarılı olamadı. Hatta bu alanlar ihmal edildi.
Yine de geçmişle hayıflanmak yersizdir. Ama, doğacak ilk fırsatta bu kez üretime ağılık vermek kaydıyla…
Hükümetin hemen hergün bir önlem açıklamasına bakılacak olursa kriz ya da dalgalanma; adı ne olursa olsun en azından meselenin ciddiyetinin anlaşıldığına hükmedebiliriz. Önemli olan bugün karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği kabullenmek ve çıkış için gerekenleri yapabilmektir.
Yapılacaklar ise sadece bankaların borç servislerini yönetmek, Türk lirasıyla sözleşme tavsiyesinde bulunmak ya da stokçunun peşine zabıta takmaktan ibaret olamaz. Ekonomi, siyaset hatta diplomasiyi de içeren zemini toparlayacak bir hukuk atağı kaçınılmazdır. Ülkenin genel görünümünde kaybolan güven hissini geri kazanmadan ekonominin ayağa kalkması mümkün değildir.
Yolunda giden işler nereden tökezlemeye başlamışsa önce oradan onarmaya başlamak gerekir.