2002 yılında Türkiye’de kişi başına Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla, yani kişi başına gelir 3 bin 660 dolardı. 18 yıllık AK Parti iktidarının sonunda bugün aynı rakam 9 bin 42 dolara yükselmiştir. Bu açıdan bakıldığında “Nereden nereye” diyerek ekonominin yükselişini örneklendirenler haklıdır. Sokaktaki insanın geliri 18 yılda 2,5 kat artmıştır. Bu kıyaslamayı 2013 yılında yapsaydık tam 3,5 kat arttı diyecektik, çünkü o yıl kişi başına düşen gelir 12 bin 500 doların üzerindeydi. Yani geride kalan 7 seneye göre de bir başka “Nereden nereye”miz var ve herkes 3 bin 500 dolara yakın para kaybetmiştir.
Asıl kıyaslama ise başka örneklerde.
2002 yılında, bizim ligimizde veya daha aşağıda olan ülkelere bakalım. Bakalım da dünya nereden nereye gelmiş; biz o ligde nerede bulunuyoruz görelim.
Polonya 2002’de 5 bin 197, 2019’da 15 bin 995 dolarda. Arjantin 2 bin 593’ten 10 bin dolara, Romanya 2 bin 120’den 12 bin 920’ye, Bulgaristan 2 bin 93’ten 9 bin 738’e, Rusya 2 bin 378’den 11 bin 585’e, Letonya 4 bin 125’ten 17 bin 836’ya yükselmiş bulunuyor. Benzeri örnekler; yani 18 yılda milli gelirini 3, 4 hatta 5 kat artıran ekonomilerin sayısı oldukça fazla. Savaştan çıkan, Bosna Hersek ve Sırbistan bile başardı bunu.
Herkes büyürken bizim de büyümemiz ekonomideki başarının değerini azaltmaz elbette. Tersi de olabilirdi. Şu veya bu sebeplerle dünya liginde gerilemeye devam edebilirdik. Nitekim, 2013’e göre en çok kişi başına gelir kaybeden ülkelerin başında geliyoruz. Yani, iyi yönetirken kazandığımız gibi, kötü yönetirken kaybediyoruz. Bilindiği gibi ikibinli yılların başında dünyada sıradışı bir para bolluğu vardı ve Türkiye de tek başına iktidarın istikrarlı ve rasyonel yönetimi sayesinde bu fırsatı akıllıca değerlendirerek vatandaşının refahını artırdı. Bunu değerlendiren bütün ülkeler aynı refah artışını yaptı.
Gerçek bir başarı ise iki şey daha gerekiyordu.
Birincisi, rasyonel yönetimin ısrarla sürdürülmesi halinde bugün en az 15 bin dolarlık kişi bayına gelire ulaşmak…
İkincisi ise, paranın bol olduğu yıllarda ucuz ve kolay borçlanma imkanı sayesinde ülkeye getirilen finansmanın inşaat gibi durağan bir sektöre değil rekabetçi ve gelecek vadeden teknolojilere aktarmak…
Türkiye bu ikisini de yapamadı, başarı yolundan bilerek isteyerek, kendi tercihiyle döndü. Sıradanlaştı, parıltısını yitirdi. Yıllar içerisinde bu iki hedeften uzaklaştı ve bizimle büyüyen ülkeler ilerlemeye devam ederken arkadan bakakaldı. Şimdi ise, yine borçlanma ihtiyacı var ama dünyanın en pahalı borç alan birkaç ülkesinden birisi olmaya mahkum olduk. Dünyada en çok CDS (Kredi sigortası ya da yabancı yatırımcıların bize verdiği kredinin geri dönmeme ihtimalinin sigortalanması olarak tanımlanabilir) primi ödeyen birkaç ülkeden biriyiz. Diğer ülkelerin adını vermezsek moralimiz açısından iyi olur! Şu sıralarda 560’lar seviyesindeki primimiz birkaç yıl önce 140’lerdeydi, dersek ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. Riskimiz milli gelirimizden daha çok artmış haldedir.
Üstelik buna eşlik eden müzmin bir yabancı yatırım çekememe problemimiz var. Üstüne, yine AK parti iktidarında gündelik hayatta unutulmaya başlayan ve yatırım aracı olma potansiyeli gerileyen doları, milli paramızla birlikte ikinci para birimi olarak hayatımıza yeniden soktuk. İlaveten, sayısı dahi bilinmeyen büyük bir işsizlik problemimiz ve (2020 de böyle giderse) dört yıl üst üste çift haneli enflasyonumuz var.
Ekonominin yüzlerce kuralı yazılabilir ama birincisi muhakkak surette rasyonel olmaktır. Gerçeği görmezden gelmemek, iki kere ikinin dört ettiğini inkar etmemektir. İster yerli ve milli, ister küresel sloganlar atalım, herşeyden evvel rasyonel, şeffaf ve öngörülebilir olmak zorundayız. Bunlar olmazsa gelip geleceğimiz yer eski güzel günlerle avunmak olur. Şimdi de olan budur nitekim.