İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı Türkiye’nin veto yetkisini kullanma girişimi ve bu girişimin ürettiği diplomatik mesai beklenenden kısa sürdü. Bunu, Ankara’nın kesin tavır gösteren tutumuna ve bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aynı kesinlikteki demeçlerine bakarak söylüyoruz. Bu tutum ve demeçlere bakılırsa veto direncinin daha uzun sürmesi beklenirdi. Tersine, liderlerin ilk randevusu olan Madrid Zirvesi’nde problem kolaylıkla çözüldü.
Doğal olarak bu hızlı final, “Kim kazandı, kim kaybetti?” sorusunu da anlamlı hale getiriyor. Yine doğal olarak hükümet, en cömert ifadelerle bunun bir zafer olduğunu söylüyor. Öyle mi acaba?
Baştan bilinmesi gereken şudur: Bu tür krizler çözüme mahkumdur. Mutlaka anlaşmayla biter ve külleri de hızla uçuşur gider. NATO’ya varlık olarak karşı olanlar hariç kimse sürecin sonunda iki ülkenin üye olamayacağı gibi bir düşünceye kapılmamıştı. Öyle de oldu. Daha en baştan çözülmesi garanti bir süreçti, tahminlerin ötesinde kolaylıkla çözüldü.
Şimdi artçı politik dalgaları izliyoruz. Biz dahil üç ülke de zafer kazandığını, süreçten başarıyla çıktığını ve istediğini aldığını söylüyor. Oysa ortada kimse için bir zafer yok. İki ülkenin NATO yolu açıldı. Türkiye için ise bu imza PKK ve FETÖ konusunda hassasiyetini anlatmak ve yeniden göstermek için bir fırsat oldu. Hukuki garanti elde edilemedi ama hassasiyetlerimiz bütün müttefiklere bir kez daha duyuruldu.
Bununla birlikte, İsveç ve Finlandiya’nın mutabakat metnine uymayacağı veya savsaklayacağına dair endişeler var. Metne bakıldığında bunun yersiz olduğu anlaşılacaktır. Çünkü altına “imza attıkları” maddeleri yerine getirmemeleri için bir sebep yoktur. Bağlayıcı cümlelere hemen hemen hiç yer verilmemesi ve metin dilinin taraflara sunduğu geniş yorumlama imkanı sayesinde, imza attıkları her şeye kolaylıkla uyacaklardır. Üçlü mutabakat muhtırasının vadettiklerine bakıldığında da bu açıkça görülecektir.
En net ete kemiğe bürünmüş paragrafın yazıldığı dördündü madde şöyle diyor:
“Müstakbel NATO Müttefikleri olarak Finlandiya ve İsveç, milli güvenliğine yönelik tüm tehditlere karşı Türkiye’ye tam destek verirler. Bu çerçevede, Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaklardır. Türkiye de milli güvenliklerine yönelik tüm tehditlere karşı Finlandiya ve İsveç’e tam destek verir… Finlandiya ve İsveç, tüm terör örgütlerinin Türkiye’ye karşı gerçekleştirdikleri saldırıları açık ve net biçimde kınar, Türkiye’yle ve mağdurların aileleriyle en derin dayanışma duygularını ifade eder.”
İki ülke, PYD/YPG ve FETÖ’yü terör örgütü olarak tanımlamamakla beraber Türkiye’nin hassasiyetleriyle dayanışma bildiriyor. Yani, bunları terör örgütü olarak görmüyorlar ancak -Türkiye’nin güvenliğine yönelik- terör yaparlarsa önlem alacaklarını söylüyorlar.
Zaten öteden beri terör örgütü ilan ettikleri PKK ile ilgili beşinci madde ise bugüne kadarki tutumlarını “teyit” niteliğinde:
“Finlandiya ve İsveç, PKK’nın yasaklanmış bir terör örgütü olduğunu teyit eder. Finlandiya ve İsveç, PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin, bunların uzantılarının faaliyetleri ile iltisaklı kuruluşlar ve paravan örgütler içerisinde yer alan veya bu terör örgütleriyle bağlantısı bulunan şahısların faaliyetlerini engelleyeceklerini taahhüt eder...”
Peki, bu ifadeler ne kadar sonuç doğurabilir? Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bize 73 teröristi göndermek zorundalar” sözü hayata geçebilir mi? Bu kadar çok sayıda kişiyi Türkiye’ye iade ederler mi? Finlandiya Dışişleri Bakanı Haavisto bu sözlere cevap olarak, “Türkiye ile üzerinde mutabık kaldığımız her şey imzalı belgede yazıyor. Türkiye ile Madrid’de bireyler ya da insanların listesi üzerinde görüşme gerçekleşmedi” diyor. Yani, genel olarak teröre karşı işbirliği sözü tekrarlandı ama iade prosedürü eskisi gibi devam edecek… Nitekim, mutabakatın sekizince maddesindeki ilgili paragrafta iade prosedürüne değiniliyor. Şu ifadelerle:
“Finlandiya ve İsveç, Avrupa İade Sözleşmesi’yle uyumlu biçimde, Türkiye tarafından sağlanan bilgi, delil ve istihbaratı dikkate alarak Türkiye’nin terör zanlılarına dair sınır dışı veya iade taleplerini ivedilikle ve bütün boyutlarıyla işleme koyacak ve Türkiye’yle iade ve güvenlik işbirliğini geliştirmek için gerekli ikili ahdî düzenlemeler yapacaklardır.”
Kalıcı ve bağlayıcı olan siyasi açıklamalar değil altına imza atılan metindir. Bu çerçeveden bakınca mutabakatın zafer olup olmadığını anlamak hiç zor değildir.