Bugünlerde pek kolaylıkla söylenir hale gelen Türkiye’nin içe kapanması ve kendi göbeğini kendi kesmesi yahut da kendi kendine yettiği kadarına rıza göstermesi meselesine biraz eğilsek fena olmayacak. Böylesi sloganlar bazı kulaklara hoş gelebilir ama kapıları dışa kapamanın mümkün olup olmadığına bakmak; öncelikle de konunun nereden çıktığına kafa yormak gerekir. Gerçekten kapıları dünyaya kapatıp kendi halimizde mutlu yaşamayı düşünüyor ve istiyor muyuz? Yoksa asıl niyetimiz hem dünyanın işimize karışmaması, hem de o dünyanın nimetlerini tüketmeye devam etmek mi?
Bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın irili ufaklı bütün krizlerde farklı cümlelerle dile getirdiği bu coşturucu fikrin irdelenmeye ihtiyacı var. Türkiye gibi, uluslararası sistemle her açıdan bağlantılı, çok açıdan bağımlı ve hepsinden önemlisi de birkaç yüz senedir bazen “Garp/Batı” bazen de “muasır medeniyet seviyesi” tabiriyle dünyayla ilişki kurmaya hevesli bir ülkeden söz ediyoruz.
Evvela bilelim ki isterseniz ve toplumu da ikna ederseniz “Türkiye gibi bir ülke”yi bile dışarıya kapatabilirsiniz. Dışarıdan kasıt, ABD ve Avrupa’dır ve bu blokla ilişkileri daraltarak, küçültebilirsiniz. Bazı ittifaklardan ve anlaşmalardan ayrılır, dolayısıyla rahatsız edici denetim mekanizmalarından kurtulabilirsiniz. Hukuk, tahkim, kısıtlayıcı anlaşmalar vesaire size işlemez olur. Türkiye, yolu bu kadar ilerletmiş olmamakla birlikte başta ekonomi ve yargıda birçok uluslararası normu fiilen tatbik etmeyerek şimdilik işini görebilmektedir. Hukuk, şeffaflık, ifade özgürlüğü, demokrasi ve hesap verebilirlik liglerinde küme düşme hattına demir atmış olmanın sebebi de budur.
Dışa -gerçekte içe kapanma- kapanma denilince herkesin aklına gelen soruyu da ıskalamayalım. ABD’ye Avrupa’ya kapıları kapatmak iyi ama ticareti kimle yapacağız, ihtiyacımız olan finansal kaynağı nasıl bulacağız? Nitekim daha şimdiden özellikle finansal alanda daralma başladı ve dünyanın en pahalı borçlanan ülkelerinden biri olduk. Doğru. Doğru ama her durumda biraz ticaret mümkündür ve faizi artırıp karşılığında eski usul ipotek verebilirseniz biraz para da bulursunuz. Dünyada dış borç alabilen ülkelerin hepsi de demokrasiyle yönetilmiyor en nihayet. Kapıları dışarıya kapatmak, “Küçük olsun benim olsun / bizim olsun” demektir, adı üzerinde ekonomi de küçük olur. Yani refah eksik olur ama kanaatkar olmayı ve tasarrufu öğreniriz.
Bu güzel fikrin bir küçük problemi de bir bloka kapıları kapatıyorsanız, başınıza demokrasi, hukuk ve ifade özgürlüğü gibi konularda ekşimeyecek başka bir blokla iyi ilişki geliştirmek zaruretidir. Yani gerçekte dünyayla değil dünyanın canınızı sıkan kısmıyla ilişkileri azaltırsınız ama mesela bunu Avrupa’ya yapmışsanız mutlaka Rusya’ya -ya da uzaktan Çin’e- yanaşırsınız. Çünkü hiçbir ülke tek başına yaşayamıyor ve güvenlik ihtiyacı her an kapıyı çalabiliyor. Gider Avrupa/ABD, gelir Rusya. Birinci grupta para var ama çeneleri durmuyor, ikincide para yok ama en azından demokrasi diye tutturmuyor. Hatta olmasa daha iyi olur havasında. Tercih meselesi…
Tercihi yaptıktan sonra gerisi, “Yaşamak için hangi ülkeyi tercih edersiniz” anketlerini biraz manipüle etmeye kalır.
Aslında bu kadar karıştırmak yerine “Emperyalist Batı” bizimle ticaretini artırsa ve finansmanda problem çıkarmasa; aldığımız borçlarla dev eserler yaparak onları kıskandırmaya devam etsek mesele olmaz. Para verip hukuk, demokrasi diye tutturup huzurumuzu bozmasalar en iyisi ama Batı henüz o olgunluğa ulaşamadı!