Her ülke gibi Türkiye’nin de “doğal potansiyel”i vardır. Birçok şey geri gitse de iyi giden şeyler olur, siyasal ve iktisadi süreçlerden bağımsız bazı işler mutlaka yolunda gider. Potansiyel denilen şey tabii olarak herkesin tek başına enerjisini, hedeflerini ve hayallerini içerir. Kötü giden ekonomide, bir yolu bulup gelişenler olur. Kalitesi düşen siyasette, ortamı iyi analiz edip fark yaratanlar mutlaka çıkar. Ya da eğitim şimdi olduğu gibi verimsiz ve yetersiz olsa da sistemden bağımsız kalmayı başarıp, kendi yolunu çizen iyi yetişmiş insanlar çıkabilir.
Ülkenin asgari/standart/doğal potansiyelinin ürettiği gelişme veya verimlilik herhangi bir hükümetten bağımsızdır. Kim gelirse gelsin o potansiyel insanların kapasitesi olarak vardır. Herkesin her şeyi hükümetin iki dudağı arasından çıkacak kararlara bağlı değildir. Bireyin ve kurumların ortalamanın üzerine çıkma becerisi olur. Toplumların da nüfus büyüdükçe artan ihtiyaçlara cevap verme refleksi vardır.
Standart ve doğal potansiyele bakıp da ülkede işlerin yolunda gittiğini söylemek, buna inanmak ve insanları inandırmak gerçeği çarpıtmaktır. Bir iktidarın becerisi ve kalitesi standardın üzerine koyabildikleriyle ölçülür. Genel olarak Türkiye’de, özelde AK Parti iktidarlarında zaman zaman bu standart potansiyelin üzerine ilave edildiği olmuştur. Tersine, yanlış kararlarla ve bilhassa gerçekten uzaklaşmakla bu potansiyelin baskılandığı dönemler de yaşanmıştır. Şimdiki gibi… Siyasetten ekonomiye, dış politikadan eğitime ve elbette hukuktan temel haklara kadar her alanda iktidarın üzerine koymayı; iktidarın bizatihi bu üniteleri gerileten, verimsizleştiren hamlelerini yaşıyoruz.
Yıllar geçer nüfus artar, daha fazla insanın beslenmesi gerekir ve doğal olarak gıda üretimi ve veya tüketimi artar. Bu gelişme değildir. Nüfus arttıkça daha fazla insan işgücüne katılır, daha fazla insana hizmet gerektiği için de yine doğal olarak bu insanların bazıları iş sahibi de olur. Bu da gelişme değildir. Asgari veya asgariye yakın geçim şartlarında ülke olabilmek, bazen buna da şükür diyebileceğimiz bir tablodur ama başarmış olmak anlamına asla gelmez. Mesela Türkiye, kalabalık nüfusunun gerektirdiği kaçınılmaz üretim ve tüketim hacmi nedeniyle 80’li yıllardan beri dünyanın en büyük 20 ekonomisinden birisidir. Bir ara biraz yukarı gitmiş olsa da ve şimdi olduğu gibi son sıraya gerilese de; ne uzar ne kısalır. Bu sürede, tek parti, çok parti, koalisyon ve başkanlık sistemi dahil onlarca hükümet değişmiştir. Açık ki bu grupta olmak standart potansiyelimizin sonucudur.
Ama bu yeterli değildir. Dünyanın en büyük 20. ekonomisiyiz ama kişi başına düşen gelirde 74. sıradayız. Ya da teknoloji, bilim, eğitim, hukuk, patent, dışa bağımlılık gibi listelerin tamamında yüzüncü sıraların da gerisindeyiz. Nüfusu bizden az ama teknolojik ve bilimsel becerisi yüksek, hukuk ve demokrasisi ileri ülkelerin insanları bizden daha çok kazanmakta ve bizden daha iyi yaşamaktadır.
Büyük ülke olmak, başarmak, kalkınmak ve refah üretmek demek nüfus, coğrafya, stratejik konum gibi doğal avantajları aşabilmek, bunların üzerinde gelişebilmek ve küresel rekabette avantaj yakalayabilmek demektir. Dünya ekonomisi hep birden gelişirken, dünyada para bollaşırken ve düzenli olarak dünyada fiyatlar artarken bizim de doğal olarak gelişiyor olmamız gerçek anlamda bir gelişme değildir. 20, 30, 50 yıl öncesine kıyasla, en geri ülkeler dahil bütün dünyada daha çok evde çamaşır makinası, buzdolabı, televizyon var. Cep telefonu, bilgisayar araba var. Çünkü, teknoloji artık temel ihtiyaç maddelerini çok ucuza ve seri üretebiliyor. Dünyanın gelişme dinamiği, en başarısız ülkelerin bile daha kolay bir hayat yaşamasını mümkün kılıyor. Önemli olan bu büyümenin, gelişmenin ve hayat kalitesinin üzerinde bir seviye yakalayabilmektir. Üretken ve rekabetçi olabilmektir.
Dünya büyürken özellikle bizim ligimizdeki ülkeler daha hızlı büyüyor, herkes bir parça gelişiyor; bazı ülkeler ise “doğal potansiyel”ini aşarak büyüyor. Biz ise onlardan birisi değiliz.
Bugün ekonomik krize karşı, o kadar de kötü değiliz, kabilinden anlatılan gelişim örneklerini bu gözle kritik etmek lazımdır. Aksi takdirde, kendi kendimizi anlatmaktan usanmadığımız hikayenin esiri olmaya devam ederiz. Ödemekte zorlanacağımız bir fırsat maliyetine mahkum oluruz.