Siyasetin ve devleti yöneten olmanın neredeyse her şey anlamına geldiği bir ülkede sandıktan umduğunu bulanın sevinmesi, bulamayanın hayal kırıklığı yaşaması normaldir. Türkiye’de iktidar olmak, kitlesine o iktidar döneminde daha avantajlı bir hayat vaadinde bulunmak ve bir şekilde bunu temin etmek vakıadır. Kimin partisi ve kimin lideri seçimi kazanırsa onun için hayat kaybeden göre daha fazla pozitif muamele imkanı sağlar. Hele kimliklerin bu kadar bariz ve keskin olduğu bir düzende iktidar destekçisi olmakla olmamak arasında fark anlamlı şekilde büyüktür. Cumhurbaşkanı Erdoğan öncekilerden miras kalan bu düzeni daha belirgin hale getirerek; destekçiyle iktidar arasındaki ilişkiyi yıllar içerisinde doğrusal bir modele dönüştürerek kendisi adına en doğru siyaseti izledi. Bağımlılık bütün siyasi argümanların ötesine geçti, seçim sonuçlarına ilk kez bu kadar güçlü tesir etti. Kötüden daha kötü ekonomik tabloya rağmen sandıktan önde çıkmak ve ikinci tura iddialı şekilde yürümek bunu gösteriyor.
Bununla birlikte Erdoğan’la seçmeni arasında salt bir menfaat ilişkisi olduğunu söylemek doğru olmaz. Yıllardır iddia edilenin aksine seçmen de asla “makarnacı/kömürcü” değildir. AK Parti seçmeni yüzde 65’lik geniş muhafazakar havuzun içindedir. Tercih edeceği parti veya liderin doğal olarak bu değerlerin taraftarı, savunucusu ve kurumsal olarak geliştiricisi olması gerekir. Erdoğan, geçmiş bütün muhafazakar liderlerden çok daha fazla bu değerlere odaklanan ve dini/milli değerler üzerinden siyaset yapma kabiliyetine sahip bir politikacı olarak; başta ekonomi olmak üzere işlerin kötü gittiği ortamda bile bu sayede seçmeniyle ilişkisini korumayı ve sandıkta karşılığını almayı beldi. Ekonomiden olumsuz etkilenen, hayatı zorlaşan, geliri düşen ve geleceğe dair umutları zayıflayan kitleler bile muhafazakar kimlik değerlerinin taşıyıcısı bir lidere destek vermeye devam etmekte tereddüt etmedi. Erdoğan’a da “muhafazakar” temalı destek tam da böyle işlerin kötüye gittiği kritik bir zamanda lazımdı. Bugüne kadar o alanlara yaptığı yatarımın karşılığını alarak seçimi ikinci tura taşımayı başardı. AK Parti seçmenden ağır bir uyarı (yüzde 35.5) almasına rağmen Erdoğan, ülkeyi yönetecek isim yarışmasında birinciliği korudu.
“Bu kadar ağır hayat pahalılığına rağmen nasıl oluyor da hala oylarını koruyor?” sorusunun cevabı da bu basit denklemde saklıdır. Tabii, meselenin aynı bahiste muhalefet açısından açmazları ve kampanya döneminde Kemal Kılıçdaroğlu ve ittifakına karşı etkili bir siyasi propagandaya dönüşen “PKK/terör yakınlığı” boyutu da var. Sadece bu kampanyanın tutması nedeniyle Erdoğan, kendi kemik tabanına ilaveten dışarıdan alabileceği bütün oyları eksiksiz olarak hanesine yazdırmayı başardı. Muhalefet, çok fazla iyi niyet göstererek, “Kim bizim PKK ile yakınlığımıza gibi saçma bir iddiaya inanır” deyip, söylentilere kayıtsız kaldıkça kampanya aldı yürüdü, sandığa kadar ulaştı.
Toplamda Erdoğan, 14 Mayıs’ta avantajlı olduğu alanlara yoğunlaşarak maksimum desteğe ulaşırken, gündemin dezavantajlı olduğu alanlara değmemesini de temin etti. Ekonomik kriz, hiçbirisi tutmayan 2023 hedefleri, kötü yönetim, liyakatsiz kadrolaşma veya öncesi sonrasıyla deprem felaketindeki zaaflar neredeyse konuşulmadı bile. Bu da -içeriğinden bağımsız olarak- açık ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel başarısıdır. O yüzden, önceki seçimde 52’yi bulmasına rağmen şimdi ilk turda aldığı yüzde 49,5 Erdoğan’ın tartışmasız en büyük siyasi zaferidir. Geride kalan beş yılın malum tablosundan sıyrılıp bu rakama ulaşan bir liderden söz ediyoruz.
Şimdi ülkenin önünde son karar için yeni bir sandık bulunuyor. Peki kim kazanır? 14 Mayıs sandığı gösterdi ki beklentiler ve planlar zafer getirmiyor, maç da oynanmadan kazanılmıyor. İki aday da önce seçmenini eksiksiz sandığa taşımak zorunda. Sonra? Sonrası açık… Erdoğan, kendisini ikinci tura önde taşıyan hikayesini korursa, Kılıçdaroğlu ise ancak bu hikayeyi bozarsa kazanabilir.