İster bireysel ister toplumsal düzeyde olsun, bugünün sorunlarını aşmanın birinci şartı, hangi sebeplerin bizi buralara getirdiğini bilmektir. Hıristiyan dünya da özellikle yaklaşık 4-15. yüzyıllar arasında bizde olduğu gibi kilise/din adamı bağlantılı ağır sorunlar yaşadı. (Hıristiyan dünyanın şimdiki sorunlarını başka zeminde tartışmak gerekir ve zaten kendileri tartışıyorlar.) Müslüman toplumlarda ise –son iki yazımda bahsettiğim- Zâhirî ve Selefî din yorumu, bilhassa 12. yüzyıldan sonra akıl ve bilime karşı en iyimser deyimle genel bir ilgisizlik, daha açıkçası zihinsel bir kapanmışlık üretmiştir.
Zâhirî ve Selefî zihniyet sahibi ulema, ilk üç Müslüman nesle atfettikleri birikime dogma olarak sarılmışlar; kutsadıkları bu birikim (sünnet/âsâr) için tehdit olarak algıladıkları aklî ve zaman zaman deneysel ilimleri reddetmişlerdir. Bunları savunan felsefe ve bilim çevrelerini, hatta Ehl-i sünnet savunuculuğuna dönüşmesinden önceki kelam ilmini ve kelamcıları bile şiddetle eleştirmişlerdir.
Çağdaş Müslüman ve yabancı araştırmacıların neredeyse tamamına göre bu eleştirilerin gerçek sebebi ise dinî olmaktan çok siyasi idi. Çünkü Mu‘tezile kelamının öncüleri, insanî ve ahlâkî düşüncelerle, Emevî yönetiminin Kur’an’daki ve Peygamber uygulamasındaki mutlak adalet, hakkaniyet ve şefkat ilkelerine uymayan yönetim tarzlarına karşı çıkıyorlardı. Bu yaklaşımlarıyla onlar, Emevî yönetimini mazur göstermek için mutlak cebirciliği, yani “Siyasilerin yapıp ettikleri kaderin gereğidir, karşı çıkılmaz” anlamında kaderciliği savunan Ehl-i hadis’in bu iddiasını açıkça reddetmiş oluyorlardı. İkinci olarak M‘tezile kelamının öncüleri bu gibi konularda Kur’an’ın yanında aklî kanıtlara da başvuruyorlardı. İşte Ehl-i hadis’in kelamcılara hücum etmelerinin başlıca sebepleri bu iki tez idi.
Mesela mutaassıp bir akılcılık karşıtı olan hadisçi ve tarihçi Hatîb el-Bağdâdî’nin naklettiğine göre, Ehl-i hadis zihniyetinin öncülerinden, zamanımıza kadar İslam dünyasının en etkili birkaç âliminden biri olan İmam Şâfiî (ö. 204/820), bu ilk kelamcılar hakkındaki nefretini şu sözlerle dile getirmiştir:
“Kelam taraftarları hakkındaki hükmüm şudur: Dayağa çekilsinler; deveye bindirilip aşiretler, kabileler arasında dolaştırılsınlar. Ve şöyle nida edilsin: Kitabı ve Sünnet’i bırakıp kelamla uğraşanların cezası işte budur!” (Şerefu ashâbi’l-hadîs, nşr. M. S. Hatiboğlu, Ankara, s. 78).
Ehl-i hadis’in “Selef akidesi” denilen tezlerini muhaliflerine karşı savunmasıyla tanınan hadis âlimi Kıvâmü’s-Sünne et-Teymî, 12. yüzyıl gibi hayli geç bir dönemde bile aynen şöyle der: “Bir adamın … felsefeyi, geometriyi ve bu alanlarla uğraşanların yazdıkları kitapları övdüğünü görürsen, bil ki o adam bir sapkındır” (el-Hucce, Riyad 1999, II, 539-540).
Şafiî fakihi ve Eş‘arî kelamcısı Gazâlî’nin (ö. 505/1111) filozofları kâfirlikle suçlayıp, bizim dünyada felsefeyi belini doğrultamaz hale getirmesi de aynı zihniyetin öldürücü serpintileridir. Yine de Gazâlî, Kıvâmü’s-Sünne’ye göre daha lütufkâr davranıp geometri ve matematiği sakıncasız (mubah) saymış; tıp, fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin din bakımından mahzurlu olmadığını belirtmiştir (Tehâfüt, Beyrut 1990, s. 25, 190-191). Fakat onun seleflerinden alıp geliştirdiği felsefe karşıtlığı ulema çevresinde o kadar etkili olmuştur ki, bu karşıtlık zamanımıza kadar kesintisiz devam etmiştir.
Gazâlî’nin “sakıncasızlık” fetvası da deneysel bilimlerin İslam dünyasında kalıcı olarak itibar kazanıp gelişmesine yetmemiştir. Nitekim Gazâlî’den yaklaşık beş yüzyıl sonra Takıyyüddin er-Râsıd’ın padişah fermanıyla kurduğu Osmanlı’nın tek rasathanesi yine padişah fermanıyla imha edilmişti. Bu imha için fetva veren Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin ‘Rasathaneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler’ şeklindeki gerekçesi de sayısız benzerleri gibi aynı öldürücü selefî serpintinin sonucudur. Hatırlayalım ki, Kadızâdeliler Osmanlıların katı selefîleri idi.
***
Benim fikrime göre insanın doğasına uygun ve doğru olan düşünce, akıl/bilim - din - ahlak - sanat alanlarının gerçekliğini, birbiriyle hem ilişkili hem de farklı alanlar olduğunu inkâr etmeden, her birinin bizim insanî gerçekliğimizin bir parçası olduğunu bilmemiz; dolayısıyla tam gerçekliğimizi ve mutluluğumuzu ancak bunların birlikteliğinde bulabileceğimizi kabul etmemizdir. Bilebildiğimiz insanlık tarihi gösterdi ki, bu dört alanın birindeki eksiklik ve yanlışlar, aralarındaki ilişkiden dolayı diğerlerini de olumsuz etkiliyor ve sonuçta insan ve insanlık bundan ağır zararlar görüyor.