Suna’yı tanır mısınız bilmiyorum. Ben onunla Şükran Yiğit vasıtasıyla tanıştım. İlk karşılaştığımda Süreyya’dan, Nasır’dan, gazoz kapaklarından, İtimat Bakkaliyesi’nden, “Adyojolikandi” ile İndira Gandi arasında kurduğu bağdan söz etti. Makaryos’un kapkara elbiseler giyip ne kadar kötü bir insan olduğunu açıkça belli etmesine rağmen ona karşı önlem alınmamasını eleştirdi. Sonra alıp beni Yeni Mahalledeki evine, evinin bulunduğu sokağa götürdü. Biraz hastalıklarından, biraz da mahalle arkadaşlarından bahsetti.
Derken yeni tanıştığı arkadaşı Emel’i ve Emel’in maddenin dördüncü haline benzettiği güzel giyimli, güzel duruşlu annesi Gülay’ı anlatmaya başladı. O bunları anlatırken dayısı Ömer Paris’ten döndü ve Gülay’a aşık oldu. Suna da dayısının Paris’ten getirdiği kutusunda uyuyan bebeğe. Fakat bebeği yine de Emel’e layık gördü, ona benzetti. İkisinin de sarı saçlarına imrendi. Güneş ışığında mavi siyah saçlarına bakıp sarıya dönüştüklerine inandı. Annesi, babası, en çok da Emel’in annesi hakkında konuştu. Arada her şeyin olup bittiği 1969 yazından yazarının kendisine hayat verdiği 2002’ye dönüp felsefi alıntılar yaptı.
Ben de onu önce Storytel üstünden Özlem Zeynep Dinsel’den dinledim, ardından da İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ankara, Mon Amour!” kitabından takip ettim. Emel’in annesi Gülay’ın trajik ölümüyle Suna sustu, sözü Emel’e bıraktı. Emel de okuyucusunu alıp 1980’e,12 Eylül darbesi öncesi Ankara’sına taşıdı. Onlara o dönemi, Suna ile yeniden karşılaşmalarını, bir zamanlar benim de kaldığım ODTÜ yurtlarını, arkadaşlığı, dostluğu, Küçükesat’taki bir buçuk odalı çatı katında kader denilen bir hayatla, adına ideoloji denilen bir başka hayatın birlikte yaşamasını aktardı.
Emel, annesinin intiharında Ömer’le olan ilişkisinin payı olduğunu öğrenince anlatıcılık görevini ona, yani Ömer’e bıraktı. Zaten tam o sırada 12 Eylül darbesi oldu, Emel’le Suna bir kez daha birbirlerinden ayrıldı. Onları yıllar sonra Türkiye’ye tekrar dönecek olan Ömer buldu, Gülay’a olan aşkını, intiharından sonra kimseye haber vermeden Paris’e kaçışını, farklı nedenlerle de olsa kendisi gibi bir kaçkın olan Madam Litvak’ı yazarı Şükran Yiğit’in ona tanıdığı imkanlar dahilinde anlattı. 167 sayfalık kitap Frankfurt, 6 Temmuz 2002 diye bitince de geriye hoş bir edebi haz kaldı.
Eğer okumadıysanız “Ankara, Mon Amour!”u mutlaka okuyun, benim gibi 20 yıl beklemeyin derim. Roman daha okula bile gitmeyen bir anlatıcının zamanı ve mekanı kavrayışıyla başlıyor, sizi dili ve samimiyetiyle içine çekip kendisiyle yoğuruyor. Ankara sokaklarını dolaştırıyor, Türkiye sosyolojisinde ve hatta dünya siyasetinde yolculuğa çıkartıyor. İçinde Prag Baharı da var, zamanın ünlü devlet büyükleri de. Suna ve Emel büyüdüğünde ise onlarla birlikte dünya edebiyatını, biraz da Marksist literatürü ziyaret ediyorsunuz.
Ömer sizi Paris’in kahvelerinde, günü birlik de olsa Berlin’de misafir ediyor, kendi acısıyla başkalarının acılarını anlamaya çalışıyor. En önemlisi de kitap kimseyi yargılamıyor, ahlaken ya da başka bir şekilde mahkum etmiyor. Şükran Yiğit yargılayanlara karşı da mesafeli durmayı seçiyor. Ortaya iyilerin ve içinde trajedi barındırsa da iyiliklerin olduğu bir kitap çıkıyor. Gülay’ın görünmez kocası Cemil Kurtaran bile başlı başına bir iyilik sembolü olarak anlatıya müdahil oluyor.
Roman kurgusuyla ve diliyle mükemmel. Beni rahatsız eden tek yeri kapağı oldu. İletişim Yayınları’nın nasıl olup da 1969’da başlayıp 2002’de biten ve neredeyse tamamı yaz aylarında geçen bir roman için görsel olarak Ankara’nın 1940’lı, belki 1950’li yıllarının kış aylarını ve romanda hiç bahsedilmeyen burunlu belediye otobüslerini seçtiğini anlayamadım.12 baskı böyle yapıldığına göre editörlerin bir bildiği, benim kavrayamadığım imgesel bir anlamı vardır diye düşünmeyi tercih ettim.
Okursanız veya okuduysanız ve tabii ki isterseniz siz de düşünün. Ama kapaktan çok içeriğini, anlattıklarını, hayatın akışını ve insanlık durumlarını. Üç yazarlı izlenimi veren bu değişik romanının bize aktarmaya çalıştıklarını. Özellikle de Suna’nın söylediklerini, mesela 32’inci sayfayı, aile albümündeki fotoğraflara tek tek bakmayınca resimlerin üzüleceklerine, küseceklerine, yok olacaklarına inanmasını. Okuyucuyla okunan arasında kurduğu dolaylı varoluşsal ilişkiyi. Mutlu ve huzurlu bir pazar günü dileğiyle…