Pacta sunt servanda Latince bir kelime ve hukukun, toplum olarak bir arada yaşamanın, uluslararası sistemin var olabilmesinin temel ilkelerinden biri. Bizdeki karşılığı “ahde vefa”, yani verilen sözü tutma. Ticaret yaparken de, siyaset yaparken de önemli. Ne de olsa güven olmayınca hiç bir şey olmuyor.
Antlaşmalar, sözleşmeler imzalanırken bu ilke üstünden imzalanıyor, bir devlet diğerinin sözünü tutmayacağını değil, tutacağını varsayıyor. Ve bu anlayış 1980’de yürürlüğe giren 1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’iyle de geleneksel hukuk normu olmaktan çıkartılıp bağlayıcı nitelik kazanıyor.
Sözden caymanınsa iki koşulu var. Biri şartların değişmesi (rebus sic stantibus), diğeri sözleşmenin hükümlerinin daha üst bir hukuk kuralıyla, jus cogens’le çelişmesi, diyelim ki mükellefiyetin köleciliği ya da işkenceyi içermesi. Bunun dışında da imzalanan bir akdin yükümlülüklerinin iyi niyetle yerine getirilmesi gerekiyor.
Yerine getirmeyen taraflar iç hukukta müeyyideye tabi tutulurken devletler arası sistemde kendilerine olan güven sarsılıyor, çıkarlarını korumaları, özgül ağırlıklarını arttırmaları, başka pazarlıklarında istedikleri şeyleri elde etmeleri zorlaşıyor. Bazen devletler birbirlerine müeyyide de uyguluyor. Ama verdiği sözü tutan devletler çoğunlukla kârlı çıkıyor.
Mesela 1936 yılında imzalanan Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin büyük ölçüde iyi niyetli yorumları sayesinde günümüzde bile değerini koruyor, bize önemli jeopolitik imkanlar sağlıyor. Diğer yandan üyesi ve hatta kurucusu olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını makul hiç bir hukuki gerekçemiz olmamasına rağmen uygulamamız sorunlar yaratıyor.
Yapılan açıklamalar belli ki açıklama yapanı bile tatmin etmiyor. Eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen’in T24’deki köşesinde yazdığı gibi Yargıtay Gezi Davası kararını verirken dosyasına ilişkin AİHM hükmünü dikkate almak ihtiyacı dahi hissetmiyor. Oysa 11 Temmuz 2022 tarihli Osman Kavala kararında AİHM imzacısı olduğumuz sözleşmenin sadece bireyin özgürlük ve güvenliği koruyan 5’inci maddesini değil 18’inci maddesini de ihlal ettiğimize hükmediyor.
Yani Türkiye’nin mahkemeleri vasıtasıyla iktidarının siyasi amaçları için sözleşmeyi kötüye kullandığını, iyi niyetle yorumlamadığını söylüyor. Zaten bu nedenle de delilleri inceleyip, süreç kadar içerik üstünden de bir kanaate ulaşıyor.
Başka bir deyişle Türkiye’nin uluslarası sistemin temel bir normunu ihlal ettiğini, bunun da üyesi olan başka devletlerin yaptığı şekilde ihmal ya da hukukun yanlış yorumundan değil kötü niyetli uygulanmasından kaynaklandığını vurguluyor.
Bu, ülkemiz adına hepimizin üzülmesi gereken bir karar. Hem verdiğimiz sözde durmuyoruz, hem de kötü niyetli hareket ettiğimiz tescilleniyor. Eğer hala bu karara uymayız dersek, uymamakta ısrar edersek olasıdır ki ardından müeyyideler gelecek. Türkiye’yi AİHM kararlarına uymayan bir ülke olarak tanımlanmasının yanı sıra sistemin en temel normuna, pacta sunt servanda’ya uymayan bir ülke olarak görülmesi riskini de beraberinde getirecek.
Üstelik bu işten çıkış da kolay değil. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uymuyorum çünkü şartlar değişti ya da ondan daha önemli bir normla çelişiyor, dolaysıyla ben de çekiliyorum diyemezsiniz. Çünkü insanların temel hak ve özgürlüklerinin korunmasından, onların adil yargılanmasından, ifade, vicdan, din ve düşünce özgürlüğünün korunmasından, yaşam hakkının savunulmasından daha üst bir norm yok.
Kaldı ki şartların değişmesi durumunda ne yapılacağı da sözleşmenin 15’inci maddesinde belirlenmiş. Savaş ve olağanüstü hallerde bazı hakların askıya alınabileceği ancak bunun suistimal edilemeyeceği söylenmiş. Ayrıca 17’inci maddede de sözleşmedeki hiç bir hüküm bizim burada hep birlikte bu sözleşmeyle kararlaştırdığımızdan daha fazla kısıtlanamaz denmiş.
Dış politikada önemli başarılar elde eden, etkisini ve ağırlığını arttıran, askeri gücünü hayallerin ötesine taşıyan Türkiye’ye de, onu yönetenlere de bu ayıp hiç mi hiç yakışmıyor. Bizim reformdan, anayasa değişikliğinden önce var olan yasalarımıza uyacak, onları iyi niyetle yorumlayacak, siyasi baskıdan etkilenmeyecek bir yargıya ihtiyacımız var. Belki o zamana kadar da kapsamlı bir af yasasına…