Kadimzamanlar Polonya’da bir köy. Hakkında yazılanları okuyanların söylediğine göre ülkenin ortalarında bir yerlerdeki 380 nüfuslu Zagrody’i andırıyor. En azından coğrafyası benziyor. Olga Tokarczuk ise çocukluğunu geçirdiği köyle kurguladığı köy arasında benzerlik olmadığını, özellikle de insanlarının birbirine hiç benzemediği iddia ediyor. Ki bence haklı da. Ne Zagrody’nin ne de başka bir köyün Kadimzamanlar’a benzemesi mümkün.
Çünkü orada insanlar sekiz ayrı dünya arasında, dört boyuta sıkışmış halde zamanın akışını kendilerine göre yaşıyorlar. Algıları günlük ihtiyaçlarıyla sınırlı, sadece duyguları ve coşkuları sınırsız. Onlar da bizim gibi hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorlar. Genellikle doğanın kendilerine sunduklarından dersler çıkartıp, bitkiyle insan, hayvanla bitki arasındaki ilişkiden hareketle dünyaya bakıyorlar.
Ölümü de hayat gibi tevekkülle kabul ediyorlar. Arada da korkuyorlar. Köylerinde önce Rusları, sonra Almanları, daha sonra yine Rusları, 1945 sonrasında da Polonya’daki komünist yönetimi görüyoruz. Şiddet onları çoğunlukla teğet geçiyor. Yahudiler ve Almanlar var ama toplama kampları çok yok. Karşımıza bazen tesadüfi olarak çıkıyor. Mesela Pawel’in zamanlarından birini okurken ortağının toplama kampından kurtulduğunu anlıyoruz.
Fakat onun trajedisini ya da çektikleri acıları hissetmiyoruz, bilmiyoruz, duymuyoruz. Belki de Auschwitz Kadimzamanlar’da yaşayanların göremeyeceği, bilemeyeceği kadar uzakta. Zaten kitapta grafik bir Alman kötülüğü yok. İşgalin temsilcisi Alman asker Kurt bazen iyi, bazen kötü. Kötülük de içsel olmaktan ziyade konjoktürel. Kitabın kötü adamı ormanda yaşayan ve anlaşılan çıplak gezen biri.
Almanların katliam yaptıklarını köyün sakinlerinden biri olan Genowefa’nın Karanehir’de beyaz çamaşırlarını yıkarken şahit olduklarından öğreniyoruz. Ama kitabı okurken de, Storytel’den Damla Sönmez’in canlandırmasıyla dinlerken de ciddi bir rahatsızlık hissetmiyoruz. Köyün yaşadığı katliam sıradan bir olay gibi aktarılıyor. İşlenen savaş suçu, muhtemelen soykırım trajikleştirilmeden kayda geçiriliyor, kahramanı adına o anı kaleme alan Tokarczuk tarafından.
Ayrıca Kadimzamanlar’ın sakinleri siyaset de yapmıyorlar ve belli ki siyasetten anlamıyorlar. Gelenle gidenle işbirliği yapanlar da var, başka yerlerde ve başka zamanlarda olduğu gibi günü kurtaramaya çalışanlar da. Yine de kimse kimseyi ahlaken mahkum etmiyor. Hayatını bir zamanlar vücudunu satarak kazanan Başak bile çok fazla dışlanmıyor. Kadimzamanlıların hesaplaşması daha ziyade varoluşlarıyla.
Kitabın en trajik anlatısı zihinsel engelli olduğu ima edilen Izydor’un siyasi polisten tokat ve yumruk yediği 265-271’inci sayfaları arasına sıkışmış. Ama orada da şiddetten çok postanenin yerine varmayan mektuplar için ödediği tazminatı almak amacıyla Almanya’ya ve daha pek çok yere mektuplar, hatta boş kağıtlar gönderen Izydor’un dramı var. Izydor Brezilya’ya giden Ruta’yı görmek için para biriktiriyor, aldığı tazminatları teneke bir çay kutusunda saklıyor.
Tazminatı garantilemek için de Amerikalıların Doğu Avrupa’yı ve Sovyet coğrafyasını etkilemek, komünizmi yıkmak amacıyla kurduğu Özgür Avrupa Radyosu’nun Münih ofisine yazmayı, boş kağıtlar göndermeyi seçiyor. Izydor bilerek ya da bilmeyerek hayatıyla kumar oynuyor ve aslında oynadığı kumarı da kazanıyor. Ancak Brezilya’ya gidemiyor. Kendisine bakan ablasının ölümü sonrasında eniştesi tarafından konduğu bakım evinde ölüyor.
Geriye Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler’in satır aralarında kalan önemli bir entelektüel miras bırakıyor. Romanın anlatıcısı Izydor’un bedeniyle birlikte zihninin, dörtlü dünya algısının sona erdiğini, artık kimseyle paylaşılamayacağını söylese de Batı, Kuzey, Doğu, Güney kadar Aristo’nun dört elemanını, bilincin dört yönünü, mahşerin dört atlısını ve daha pek çok şeyi onun zamanlarının anlatıldığı sayfalara her baktığımızda görüyoruz.
Gördüğümüz bir başka şey de okuduğumuz metnin yazarının bilgiçlik taslamadığı, karakterlerini ya da okuyucusunu didaktik bir edayla aşağılamaya kalkmadığı. 80 yıllık zaman dilimini insanların ve olguların anı kavrayışlarına atıfla parça parça ama bütünleşik bir şekilde 84 kısa bölümde aktardığı. Marx’ın, Lebniz’in, Nietzsche’nin, Schiller’in, Spinoza’nın K’den Z’ye tüm önemli düşün insanlarının adlarının sadece tek bir sayfada geçtiği.
Gabriel Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlığı’nı sevdiyseniz, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünden hoşlandıysanız, Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ni okuduysanız ya da İnce Memed aklınızın bir yerlerine takılıp kaldıysa Neşe Taluy Yüce’nin çevirisiyle geçtiğimiz yıl Timaş Yayınlarından çıkan bu kitabı da okuyun derim. İçinde pek çok insanın zamanını ve yazarı Olga Tokarczuk’a Nobel Edebiyat Ödülü getiren nedeni bulacaksınız. İyi, huzurlu, bol okumalı bir tatil günü dileğiyle…