Hatırlarsınız, eksen kayması tartışması İsrail ile Türkiye’nin arasında sorunlar çıktığında, Türkiye Gazze’ye karşı düzenlenen Dökme Kurşun operasyonuna tepki gösterdiğinde başlamıştı.ABD’deki bazı düşünce kuruluşu çalışanları Türkiye’nin ekseninin kaydığını, Batı’dan uzaklaştığını iddia etmişti. Bu tanımı gereği ‘kötü’ bir şeydi. Çünkü Türkiye artık ‘Amerika güneşinin’ çekim cazibesinin etrafında dönmüyor, kendi çıkar ve beklentilerine uygun politikalar benimsiyordu.
Biz, yani ikili ilişkileri eşitlik perspektifinden görenler, al-ver olarak algılayanlar, eksenin kaymadığını, çıkarların farklılaştığını, Türkiye’yi ve aslına bakarsanız dünyanın tüm diğer ülkelerini böylesi bir jeopolitik anlayışın çerçevesine oturtmanın yanlış olacağını anlatmaya çalışıyorduk. ABD tabii ki güçlüydü. Fakat gücü her istediğinin yapılacağı anlamına gelmiyordu. Washington’un da sistemin temel normlarına uyması gerekiyordu ki cazibesi, çekim gücü sorgulanmasın.
Tahmin edebileceğiniz gibi bu görüş baskın anlatı karşısında zemin bulamadı. Türkiye’de bile akademisyenler, gazeteciler, kanaat önderleri sanki ülkenin çevresinde dönmesi gereken bir eksen varmışçasına tartışmaya girdiler. Kimisi eksenin kaydığını söyledi, kimisi de kaymadığını ispatlamaya çalıştı. Çok azı eksen paradigmasının geçerliliğini sorguladı. Oysa asıl bize empoze edilen anlatının sorgulanması gerekirdi. Sorgulamadık, daha doğrusu yeterince sorgulayamadık.
Bu da eksen kayması metaforunun kendi gerçekliğini yaratmasına, Türkiye’nin attığı her adımla merkezden uzaklaştığına inanılmasına yol açtı. Bilginin ve doğrunun tekelini gücün tekelini elinde elinde bulunduranlar belirlediği için bizim bir şeyi neden yaptığımız değil yapmış olmamız anlam kazanmaya, tartışma konusu olmaya başladı. Sorunların bazıları bizden kaynaklanıyor olsa da artık karşımızda Türkiye’yi anlayacak, neyin neden olduğunu düşünecek bir kolektif siyasi bilinç kalmadı.
Türkiye’nin ABD’den uzaklaştığını, bunun nedeninin de aslında Türkiye’deki iktidar olduğuna inanan özcü bir anlayış oluştu. Oysa üslup ve yöntem farklı olsa dahi bugün verilen pek çok tepkiyi farklı siyasi geçmişten gelen partiler de verebilirdi. Etki tepkiyi doğurdu, tepki de karşı tepkiye yol açtı. Türkiye ABD’den, ABD de Türkiye’den uzaklaştı. İlişkilerse kopma noktasına doğru hızla ilerledi. Henüz dönüşü olmayan yerde değiliz. Fakat her an gelebiliriz.
Şartlar da kopuşa çok müsait. Muhatap olduğumuz yönetim Türkiye ile olan sorununu çözmek değil tam tersine çözmemek istiyor. Trump için belli ki Türkiye iktidarını ve kendini korumanın aracı olmak ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Brunson’un serbest kalmaması için elinden geleni yapıyor. Uygulamaya koyduğu yaptırımları, paylaştığı sosyal medya mesajlarını başka türlü okumak imkansız. Ankara’yı çözümsüzlüğe, ülkesiyle karşı karşıya kalmaya zorluyor.
Umarım Trump’ın kurduğu tuzağa düşmeyiz. Mümkün olan en rasyonel şekilde davranır, yeni ittifaklar ararken çıkarlarımıza en az zarar verecek, beklentilerimizi en fazla karşılayacak çözüm için çalışırız. Daha önce de yazdığım gibi kopuşa vesile olacak, zemin yaratacak -hukukun üstünlüğü başta olmak üzere- sorunlarımızın çözümü için Trump’ın ne istediğinden, ne beklediğinden bağımsız olarak çaba harcarız.
Ayrıca, tarihe baktığımızda ittifakların, ‘siyasi dostlukların’ kalıcı olmadığını görebiliyoruz. ABD-Türkiye ilişkisinin derinleşmesi, stratejik boyut kazanması geleneksel hasım Rusya’nın, o zamanki adıyla Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den üs ve toprak talep etmesi yüzünden gerçekleşti. Eğer Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Vyacheslav Molotov, Moskova’daki Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper’e 19 Mart 1945’de 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması’nın 7 Kasım itibariyle yenilenmeyeceği söylemeseydi, Ankara muhtemelen yeni ittifak arayışları içine girmezdi.
Eğer İngiltere İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasına rağmen mağlup olmamış, tüm gücünü yitirmemiş, kendi güvenliği için ABD’ye bağımlı hale gelmemiş olsaydı, Türkiye büyük olasılıkla hiç tanımadığı ABD’ye değil çok güvenmese de bildiği, tanıdığı İngiltere’ye yaslanmayı tercih ederdi. Unutmayalım ki Molotov’un beyanı sonrasında Ankara’nın ilk danıştığı ülke İngiltere oldu. Büyükelçi Sir Maurice Peterson Bakanlığa çağrılarak Sovyet tutumu konusundaki fikri soruldu. Daha sonraki yazılarda detaylarını anlatmaya çalışacağım gibi ABD devreye çok sonraları girdi.
ABD-Türkiye ilişkilerinin böylesine derinlik kazanmasının nedeni İngiltere’nin eski rolünü oynayamayacak kadar yorgun olması, Sovyetler Birliği’nin de saldırgan tavırlar sergilemesiydi. İlk yakınlık ve stratejik denebilecek temas 5-9 Nisan 1946 tarihleri arasında Missouri Zıhlısının İstanbul ziyareti sırasında sağlandı. Sonra Truman Doktrini, Marshall yardımı ve kuruluşunun ardından NATO üyeliği geldi. Sovyetleri dengelemek isteyen ABD, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadaki önemini idrak etti. Bu idrak Soğuk Savaş’ın bitimiyle farklı biçimler ve nedenlerle bir süre daha devam etti.
Ama artık onlar da biz de farklı bir noktada duruyoruz. Onlar hala ve her şeye rağmen etraflarında dönmemizi, kurguladıkları eksende kalmamızı istiyorlar. Biz ise direniyoruz. Kendi çıkar ve beklentilerimizi koruyacak bir yerden, eşit ilişkiye girerek pazarlık etmeye, çıkarlarımıza zarar vermeden beklentilerimizi karşılamaya çalışıyoruz. Bunu başarmak için de galiba öncelikle ilişkimizin niteliğini doğru tanımlamamız, üniversiteler, düşünce kuruluşları olarak onlar dünyaya ve Türkiye’ye baktıkları paradigmayı etkin bir şekilde sorgulamamız, onlara anlatmamız, onlarla konuşmamız gerekiyor. Denememiş olmamak için…