Kemal Derviş’le ilk kez 90’ların ikinci yarısında, o Dünya Bankası’nda başkan yardımcısı olarak çalışırken, yanlış hatırlamıyorsam Rüşdü Saracoğlu sayesinde tanıştım.
Rüşdü Bey ve eşi Nurdan Hanım, Kemal Derviş ve eşiyle çok yakın arkadaşlardı. Kemal Derviş, tam da o Rüşdü Bey ve benzerlerinin çapında büyük iktisatçıydı ama iktisatçılığı kadar yönetici becerileri de yüksek bir isimdi. Başka türlü Dünya Bankası’nda başkan yardımcılığı ve Türkiye’de bakanlık yapamaz, Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü Başkanı olamazdı zaten.
Herkes Türkiye’de 2001 krizi sonrası Kemal Derviş tarafından hazırlanan ekonomik programı konuşur ama göz ardı edilen şey hep şudur: Derviş’in o yönetici özellikleri olmasa, ne Merkez Bankası’nın başına geçmesi için davet edildiği Türkiye’de Bülent Ecevit’e dönüp ‘Hayır, beni bakan olarak hükümetinize alırsanız ben varım’ derdi ne de bakan olduktan sonra o programı uygulayabilirdi.
Şöyle söyleyebilirim: İktisatçı Derviş için yaptığı bütün işler içinde en kolayı, ‘Güçlü ekonomiye geçiş programı’ adı verilen o programı yazmaktı.
Zor olan, o programı uygulayacak gücü elde etmekti. Yaşı yetenlerimiz, Derviş’in programını uygularken ne kadar güçlü olduğunu hatırlıyoruz. O güç, program başarı elde ettikçe kar topu etkisiyle daha da büyüdü.
Bilir bilmez konuşan cahiller ve komplo teorisyenleri programın Uluslararası Para Fonu tarafından yazıldığını, Kemal Derviş’in de programı uygulaması için Amerikan istihbaratı tarafından gönderildiğini söyler.
Bu, çok tipik bir aşağılık kompleksinin sonucu ortaya çıkan bir söylem. Cehalet ve komplo teorisyenliği ile aşağılık kompleksi zaten her zaman el ele tutuşur, genellikle aynı insanda cisimleşir.
Oysa o devirde Türk ekonomisinin sorunu, bugün olduğu gibi, iktisatçılar açısından son derece basitti: Türkiye sorumsuz siyasetçiler yüzünden çok ciddi bütçe açıkları veriyordu, bu açıkları iç borçlanma yoluyla kapatmaya çalışıyor, o borcu da enflasyon vergisi vasıtasıyla finanse ediyordu. Sorumsuz siyasetçi, aynı zamanda yaygın yolsuzluğun kapısını açıyor; Hazine’nin sürekli borçlanma ihtiyacı içinde olması bankacılık düzeninin ahlakını bozuyordu.
Kamu maliyesini disiplin altına alıp bütçe açığını makul seviyeye indirmek; borçlanma ihtiyacını azaltıp borcun vadesini uzatmak; hükümetlerin Merkez Bankası kasasından ellerini çekmesini sağlamak aklın gereğiydi, Kemal Derviş’in programı da özünde buydu.
Bir sefer bir sohbet sırasında kendisine, kamu bankalarındaki birikmiş görev zararını neden bazı muhasebe oyunlarıyla silmek yerine o zararları da ödemekte ısrarlı olduğunu sordum. Bana ters ters baktı, ‘O zaman ahlaklı olmazdı ve devletin kendisi için ahlak yolundan saptığını görenler kendileri için de benzer ahlaksız ayrımcılıklar isterdi’ dedi. Ben bunun böyle olduğunu düşünüyordum zaten ama kendisinden de teyit almak istemiştim; o ise benim ona böyle bir soruyu sormamdan ötürü benimle ilgili derin bir hayal kırıklığına uğramıştı.
Kemal Derviş, bizim Türkiye sahnesinde çok da fazla göremediğimiz türden bir ‘bağımsız düşünür’dü. Zaten başka türlü Amerika’da ne akademide ne de Dünya Bankası gibi kurumlarda iş bulabilirdi. Eşitlikçiliği, sosyal barıştan ve sosyal refahtan yana olması, ama gerçek hayattan ve iktisadi hayatın gerçeklerinden kopmuyor olması, bana hep büyük İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’i hatırlatırdı. Ama tipik bir ‘Keynesyen’ değildi; Keynes’i aşmak isteyen Joseph Stiglitz, Paul Krugman gibi iktisatçılardandı. Belirli bir ideolojiye veya tarihi kişiye takılıp kalmamıştı.
Kendisiyle son kez birkaç yıl önce İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nin bir ödül töreni sırasında karşılaştım, ayak üstü sohbet ettik, hasret giderdik. Yanımızda Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu da vardı; üçümüz Umberto Eco’nun o sıralarda yeniden yayınladığı ünlü faşizm makalesini tartıştık. Eco’nun İtalyan faşizminden hareketle, kendi çocukluk anılarıyla başlayarak anlattığı güncel faşizm ile Türkiye arasındaki korkutucu paralellikleri konuştuk.
Annesini ve eşini kaybettikten sonra çok zor bir dönem yaşadı, sağlığı bundan ciddi etkilendi. Sonra cilt kanseri teşhisi kondu. Epeydir bu hastalıkla uğraşıyordu, dün savaşı kaybetti.
Evet, Türkiye’ye tepeden inme gelmişti, seçmen tarafından görevlendirilmemişti ve o yüzden uyguladığı programın demokratik meşruiyeti hep eksik kalmıştı. Ama sanırım o eksiklik, daha sonra iktidara gelen Ak Parti’nin ve onun ekonomi bakanı Ali Babacan’ın o programın özünü oluşturan rasyonel ekonomi yönetimini sürdürmesiyle giderildi.
Esasen Derviş’in programı bir istikrar programıydı. Hemen ardından Türkiye’yi Çin veya Hindistan gibi daha yüksek ve sürdürülebilir büyüme hızlarına eriştirecek, cari açığı kapatmayı hedefleyen bir programın hayalini kuruyordu Kemal Derviş, defalarca bu konuda uyarıları da oldu. Ama Türkiye öyle bir programa bir türlü geçemedi.
Bugün Kemal Derviş’in öldüğü gün, yeniden 2001 öncesinin siyasetçi profiline, eli Merkez Bankası’nın kasasında olan bir Cumhurbaşkanına sahibiz maalesef. Yani yeniden başa döndük, bir kez daha Derviş türü akılcı bir yönetim ve programa ihtiyaç duyar haldeyiz.
Toprağı bol olsun.