Suriye’de 33 askerimizin şehit edildiği saldırı belki son yıllarda yaşadığımız en büyük acı.
Milletimiz bu büyük acıyı derinden hissedip öfkesini içinde biriktirirken, bir yandan da siyasetçilerin ve aydınların ağzından “Böyle durumlarda devlet aklıyla hareket edilmeli” sözlerini sıkça duyuyoruz.
İçine sürüklendiğimiz bugünkü süreçte elbette heyecanla veya öfkeyle değil sağduyu ve devlet aklı esas alınarak hareket edilmesi gerekiyor. Ama “devlet aklı” yalnızca başımıza bir iş geldiğinde değil milletimizin çıkarının ve ülkemizin güvenliğinin söz konusu olduğu her durumda esas alınmak durumunda. Bilhassa dış politikada yapılan her hamlenin birkaç adım sonraki sonuçlarının iyi hesap edilmesi gerekiyor. Devletin dış politikası uzun vadeli planlar, milli çıkar kriteri doğrultusunda ilgili kurumsal birikimlerin ve tarihi tecrübelerin ışığında rasyonalite temelinde oluşturulmalı.
Şüphe yok ki “devlet aklı” bu ilkelerin Türkiye’nin bütün ülkelerle ve tabii Rusya ile ilişkilerinde de geçerliğinin gözetilmesini gerektirir. Ne var ki Türkiye’deki kamuoyunun bu konulardaki genel yaklaşımı maalesef dış politika adımlarının günlük siyasetin etkisinde şekillenmesine yol açabilecek ölçüde problemli.
Amerika ile veya Rusya ile ilişkileri neredeyse futbol kulübü taraftarlığı psikolojisi içinde savunmak, Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarından ziyade “desteklenen” ittifakın lehine tavır almak akıllıca da değil vatanseverlik de değil.
***
Aslında belirli bir süreçte hem Suriye politikamızın iyice sarpa sarması hem de ABD ile ilişkilerde ortaya çıkan bazı problemler yüzünden, tabiri caizse “seçeneksiz” kalmış olmaktan dolayı başvurulan “Rusya ile işbirliği politikası”nın sanki Türkiye’nin ezeli ve ebedi “Kızılelma”sı, değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasası gibi savunulmasında akıl var mı? Bu son hadisede “Askerimizi Rusya vurdu” cümlesini kurmaktan bile çekinmemiz “taraftar psikolojisi” içinde aklımızı devre dışı bıraktığımızı göstermiyor mu?
Peki, aklın devre dışı bırakıldığı yerde vatanseverlik nasıl olacak? Slogan atarak, şiir okuyarak, marş söyleyerek kendi kendimizi coşturabiliriz ama bu yolda atacağımız adımların vatanımızın, milletimizin hayrına olduğuna hangi kriterle karar vereceğiz?
Türkiye’nin son dönemlerde dış politikadaki bazı çok ciddi sıkıntılara çözüm bulmakta zorlandığı doğru. Özellikle Suriye politikasının giderek yeni yeni başka problemler üreterek içinden çıkılmaz noktaya doğru ilerlediği de doğru. Bu tablodan son tahlilde bizi memnun edecek bir sonuç çıkmasını sağlamanın iyice zorlaştığı da doğru. Ama bu durumda yapılması gereken iş adeta “ya herrü ya merrü” diyerek öfkemizin, heyecanlarımızın peşine takılıp ülkemizin geleceğini riske atmak olmamalı.
***
Ne var ki bugün “sakin olalım, sağduyuyla hareket edelim, rasyonaliteden uzaklaşmayalım” gibi sözler aslında sağduyuyla, akılla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir tutumun sürdürülmesi talebinin ifadesi çoğunlukla. Yani “bütün yumurtalarımızı tek bir sepete toplayalım” politikasının savunucuları bugün de “ne olursa olsun, yumurtalar yine orada kalsın” demekteler.
Çok uzun zamandır Amerika’ya veya genel olarak Batı dünyasına duyduğumuz tepki ve öfke öyle büyümüş ve birikmiş durumda ki yönetiminden bağımsız olarak jeopolitik realiteler gereği “varlığı Türkiye’nin varlığı için tehdit” anlamına gelen ve atalarımızın bu tarihî/jeostratejik gerçeği ifade sadedinde “Ayıdan post, Moskoftan dost olmaz” dedikleri Rusya “tek güvenilir dost” kabul ediliyor her şeye rağmen.
Üstelik marjinal bir tavır değil, hem solcu hem milliyetçi hem de İslamcı kesimlerde yaygın biçimde savunulan görüş bu. Dolayısıyla üzerinde konuştuğumuz meseleler yalnızca hükümetin yaptıklarıyla veya yapmadıklarıyla izah edilebilecek kadar basit değil.
Mevcut siyasi iktidarın dış politikadaki yaklaşımlarını öteden beri yeri geldikçe eleştiriyoruz. Çünkü dış politikadaki hataların siyasi sorumluluğu doğrudan doğruya işbaşındaki hükümete aittir. Ama toplumun “rasyonel siyaset” beklentisindeki eksiklik için de en azından tek başına siyasi iktidarı sorumlu tutmak yanlış olur. Siyaset nihayetinde kamuoyunun arzu ve talepleri tarafından sınırları çizilen bir alanda hayata geçmek durumunda olduğuna göre “kamuoyunun mimarları” sayılabilecek olan aydınların, medyanın, akademinin, sivil toplum kuruluşlarının vs. bu olup bitenlerde sorumluluğu olmadığı söylenebilir mi?