Geçen haftaki yazıda aydınların toplumsal sorunlarla ve siyasetle ilişkisi bağlamında adını andığımız Koçi Bey’in reform önerilerini kısaca özetlemiştik. Bu çerçevede IV. Murad’ın bu özel danışmanının da aralarında yer aldığı aydınların -ve bu arada bizzat padişahın - toplum hayatında ve devlet yönetiminde karşılaştıkları problemlerin asıl kaynağını tespitte zorlandıklarını ifade etmiştik. Bunun basit sebebi içinde bulundukları ortama dışarıdan göz atma imkanına sahip olamayışlarıydı. Dolayısıyla asıl büyük sorunun belirtileri durumundaki kötü yönetim, rüşvet, yolsuzluk gibi göz önündeki sorunları çözmeye yönelik gayretlerin nihai tahlilde pek fazla işe yaramamış olması şaşırtıcı bir sonuç değildi.
Ancak yine de Koçi Bey gibi aydınların veya reformatör yöneticilerin o günkü toplumsal problemleri tespite ve çözmeye yönelik yaklaşımlarının tümüyle işe yaramaz olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olur. Haksızlıktan da öte, söz konusu deneyimlerden ders çıkarma imkanını elimizden kaçırmaya yol açabilecek bir aymazlık olur meseleye böyle bakmak.
Onun için hem Koçi Bey’in hem diğer Osmanlı aydınlarının kendi günlerinde yaşanan problemlere yönelik çözüm önerilerini dikkate almak zorundayız. Ancak bunu yaparken nihayetinde padişaha olup bitenlerle ilgili rapor sunan bir bürokrat olan Koçi Bey’i Mukaddime müellifi İbn Haldun gibi büyük bir düşünürle mukayese etmek de yanlış olur.
Hammer her ne kadar “Türk Montesquieu’sü” diye tarif ediyor olsa da Koçi Bey’in ne sosyal bilimci ne siyaset filozofu olmadığı ortada. Risale yazarına “Türk Machiavelli’si” demek ise hem kendisine hem İtalyan düşünürüne haksızlık. Gerçi her ikisi de devleti ayakta tutmak yolunda “kadim töreye dönüş” taraftarı olmaları bakımından benzerlik taşıyorlar ama her anlamda ayrı dünyaların insanı bu iki isim...
***
Koçi Bey hem IV. Murad’a hem daha sonra I. İbrahim’e sunduğu raporlarında devlette yaşanan sıkıntıları rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık ve özetle kötü yönetim olarak gösterir. 982 yılına kadar (miladi 1567) padişahların Divan (bir anlamda bugünkü bakanlar kurulu) toplantılarına bizzat katıldığını ama Kanuni ile birlikte bu alışkanlığın değiştiğini; padişahların yönetim kadrolarıyla ilişkilerinin zayıfladığını ve bunun sonucunda devlet işlerini yalnızca kendi dar çevresindeki birkaç kişiyle ve aile fertleriyle konuşabildiklerini anlatır…
Padişaha yakın olan belirli kişilerin ve özellikle aile bireylerinin desteğini almak liyakat, bilgi, tecrübe, başarı ve kariyer kriterlerinin önüne geçmiştir Koçi Bey’e göre. Artık devletteki makamların ağırlığı da azalmaya başlamıştır. Geçmişte makam ve mevki sahiplerinin yetki ve sorumluluk sınırları belli olan görevlerini layıkıyla ifa ettikleri sürece adeta dokunulmaz olduklarını; Kanunî devrinden sonra ise devlet yöneticilerini görevden almanın kolaylaştığını ve bunun sonucunda yüksek bürokratlar için işlerini iyi yapmanın değil Saraya bağlılık göstermenin öncelik kazandığını ileri sürer risale yazarı. Dahası padişahın yakın çevresindeki grupla iyi geçinemeyen, onların dediklerini yapmayan yöneticilerin kuyusunun kazıldığını, iftiralara maruz kalıp makamlarını kaybettiklerini anlatır.
Geçen haftaki yazıda da ifade ettim. Koçi Bey devletin işleyişini iyi bilen bir bürokrat ve dünya ahvalinden haberdar bir aydın olarak yaşanan sıkıntıları vukufla ve kabul etmek gerekir ki cesaretle göstermiştir iki padişaha yazdığı raporlarda. Ancak içinde yaşadığı günün şartları itibarıyla “resmin bütününü” görme imkanına sahip olmadığı için problemleri tespit konusundaki başarısını bunların sebeplerini ortaya çıkarmakta gösterememiştir. Daha doğrusu, haksızlık etmemek için belirtelim, Koçi Bey yazdığı “kişiye özel” raporun muhatabı bizzat padişah olduğu için taht sahibinin tutum ve davranışlarında tezahür eden bazı yanlış eğilimlerin düzeltilmesini önermekle yetinmek durumundaydı. Ne bir tarih kitabı ne de siyaset veya sosyoloji teziydi yazdığı rapor. Diğer yandan risalelerin yazarı dile getirdiği örnekler üzerinden devlet hayatında yaşanan sıkıntıların sebebi olarak -adını koymadan da olsa- “yönetimin aşırı merkezileşmesi” hadisesine dikkat çekmiştir.
***
Bu son noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira devlet yönetiminde gerek liyakat ve ehliyetin değersizleşmesi gerekse yolsuzluk ve kayırmacılığın artması gibi sorunların asıl kaynağı temelde geleneksel alışkanlıkların (kurucu ilkelerin) ve hatta kanun hakimiyeti fikrinin az çok terk edilmesini getiren siyasi gücün tek bir merkezde toplanması eğilimidir ki bu eğilime Kanuni devrinden önce pek tesadüf edilmediğini de söyleyemeyiz. İşin aslına bakarsanız, bir grup gazi yoldaşın beraberce kurdukları ve Osman Gazi’nin başlangıçta sadece “eşitler arasında birinci” konumunda olduğu Osmanlı siyasi düzeni daha ilk padişahtan itibaren birkaç yüzyıl boyunca iktidarın merkezileşmesi yönünde devam eden bir dönüşüm yaşadı ve bu dönüşüm esas itibarıyla Fatih döneminde tamamlandı.
***
Ne olursa olsun 16. asırdan sonra Osmanlı düzeninde ortaya çıkan ciddi problemlerin tek bir kaynağa bağlanması yanlış olur. Ancak “Osmanlı başarısı”nın bir yerden sonra siyasi merkezileşme yönündeki gelişmeyle paralel gerçekleştiği; buna mukabil daha sonraki asırlarda merkezi otoritenin zayıflamasının paralelinde ise bugün üzerinde konuştuğumuz ciddi sıkıntıların ortaya çıktığını söylemek mümkün. Ne var ki paradoksal biçimde bunun tam tersi de doğru. Çünkü problemler merkezîleşme sürecinin aşırı bir noktaya ulaşmasının hemen ardından ortaya çıkıyor. Koçi Bey’in çizdiği tablo da bunu gösteriyor zaten. Koçi Bey’in ve dönemin diğer aydınlarının önerdiği çözüm yolu -kendileri bunu söylemeseler de- zorunlu olarak aşırı merkezileşmeden vazgeçmeyi gerektiriyordu.
Ama sonraki süreç sınırları belirlenmiş yetki ve sorumlulukların yatay olarak dağıtılması şeklinde değil, başkaca sebepler yüzünden merkezi otoritenin çevreye karşı zayıf düşmesi şeklinde gerçekleşecekti. Dolayısıyla bu sefer ıslah çabalarına gereken enerji merkezi otoritenin güçlendirilmesi için harcandı. Bu konuda sağlıklı bir dengenin oluşması çok vakit aldı. Adem-i merkeziyetçi Sened-i İttifakla bozduğumuz dengeyi aşırı merkeziyetçi Tanzimat’la kurmaya çalıştık; Tanzimat’ın bozduğu dengeyi Meşrutiyet onardı…
Maalesef bu süreç halihazırda devam ediyor.