Ülkede işler hiç iyi gitmiyor maalesef. Özellikle başkanlık sistemine geçtiğimiz günden itibaren ekonomiden dış politikaya tarımdan eğitime bütün alanlarda devlet mekanizması gitgide bozuldu, siyaset kumaşı dikiş tutmaz hale geldi. Hukuktan, adaletten, ehliyetten, liyakatten, otoriterlikten, kutuplaştırma dilinden veya nepotizmden hiç söz etmiyorum.
Oysa Başkanlık sistemine geçtiğimizde işlerin daha iyiye gideceği vadedilmişti, artık hızlı karar alınacağı için devletin daha iyi yönetileceği ileri sürülmüştü. Türkiye’nin “uçuşa geçeceği” ileri sürülmüştü. Faizle, kurla, şunla bunla nasıl mücadele edildiğini göreceğimiz söylenmişti.
Bunların hepsinin tam tersi oldu ve dolayısıyla şimdi gelmiş olduğumuz yer iktidarın seçmen tabanında bir ölçüde hayal kırıklığı uyandırdı, belirli bir tepki doğurdu. Ancak kimilerinin beklentisine rağmen bu kitle çok fazla dağılmadı. Hatta anketlerde kararsız olduğunu söyleyen geniş kitle bile muhalefet partilerine teveccüh göstermediğine göre iktidar partisinden tamamen ümidini kesmemiş sayılabilir.
Anketlerin çoğuna göre oy potansiyeli kararsızlar dağıtılmadan yüzde 30’un altında. Kararsızlar eşit dağıtıldığında bu oran yüzde 30’un üstüne çıkabiliyor ama kararsız olduğunu söyleyen kitlenin büyük kısmının aslında “AK Parti’ye oy verip vermeme konusunda kararsız olduğu” düşünülmeli. Bu takdirde mevcut iktidarın her şeye rağmen yine “potada” olduğu kabul edilmek durumunda.
Bunun tek bir sebebi yok kuşkusuz. Ancak en büyük sebep iktidar partisinin tabanıyla bağının duygu temelinde şekillenmiş olması gibi görünüyor.
Bu kesimin Türk tipi başkanlık rejimi adı verilen otokrasi macerasının nelere mal olduğunu görmek istemeyişi kendisini “temsil” edenlerle kurduğu özdeşlik ilişkisinin sonucu. Bir iddianın tarafı olmuş olmanın gereği. İşlerin bir gün düzeleceği beklentisi veya “Bu kadar büyük sorunu düzeltse düzeltse yine bizim parti düzeltir” düşüncesine sığınması esas olarak tarafı olduğu iddiayı sürdürme zorunluğu duymasından.
***
Siyaset felsefecilerine göre daha iyi bir alternatifi henüz bulunamayan demokrasinin en ciddi problemlerinden biri yönetimin belirlenmesinde aklı devreden çıkarma riskini içermesi. Çünkü seçmen aklıyla değil duygularıyla karar verir. Yalnızca sandık başında değil, hayatın her alanında. İnsanoğlu aklını kullanabilen ama her zaman rasyonel davranmayı beceremeyen bir canlı.
Siyasi tutum alışlarda ve oy verme davranışlarında da bizi yönlendiren aklımızdan ziyade duygularımız. Duygularımız ise içinde yer aldığımız toplumsal gruplarla ilişkimizden, aidiyetimizden, kimlik algımızdan bağımsız teşekkül etmiyor. Bilhassa siyasi alanda.
Bugünlerde yeniden Gezi Parkı olaylarının tartışma gündemine getirilmiş olması boşuna değil. Gezi olayları bu toplumda bir yarılmanın sembolü.
Yine bugünlerde “rakı bira” içenlere yönelik söylenen sözler de herhalde dil sürçmesi olamaz. Hatırlayacak olursanız, Gezi olaylarının patladığı atmosfer de büyük ölçüde böylesi açıklamaların eseriydi. O sırada ne olmuşsa olmuş ve “Hiç kimseyi ötekileştirmeyeceğiz” söyleminin yerini aniden “Çatlasanız da patlasanız da...”, “Tıksırıncaya kadar için…” ve “Bunlar...” retoriği almıştı. Giyim kuşama ilişkin tepki çeken açıklamalar da sıklıkla yapılmaya başlanmıştı.
“İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor?” ifadesi özellikle belirli bir kesimi ayağa kaldırmıştı. Her ne kadar bu sözlerle Atatürk ve İnönü’nün kastedildiği iddiası hemen yalanlansa da tepkiler kolay kolay dinmemişti. Çünkü o dönemde yapılan konuşmalarda kullanılan diğer ifadeler de karşı tarafı öfkelendirmekten geri kalmıyordu.
***
Daha önce de birkaç defa yazdığım gibi, Gezi Parkı’nda su yüzüne çıkan toplumsal tepkilerin siyasetle değil şiddetle bertaraf edilmesi yoluna gidilince barışçıl protestolar çığırından çıkmıştı. Bunun sonucunda aşırı sol örgütlerin giderek artan görünürlüğü ve kimi gruplarca kullanılan saldırgan dil dolayısıyla milli ve manevi değerlerin tehdit altında olduğuna ilişkin oluşan algı… (yetmezmiş gibi somut taleplerin yerini neredeyse rejim değişikliği isteğinin alması gibi aşırılıklar…) geniş sağ/muhafazakâr kitle üzerinde korku, kaygı ve öfke yaratmıştı. Bu duyguların birtakım siyasî amaçlar doğrultusunda nasıl ustalıkla manipüle edildiği zaman içinde daha iyi anlaşıldı.
Netice itibarıyla ülkedeki toplumsal bir fay hattı kırılmıştı. Böylelikle taban yeniden konsolide edildi. Dahası, bu konsolidasyonun mahiyeti sayesinde Gezi Parkı olaylarında hükümetin “mücadele yöntemini” tasvip etmeyen kişilerin partide etkisizleştirilmesinin ve daha önce “eşitler arasında birinci” durumundaki genel başkanın “reis” olmasının yolu da açıldı. Partide reis modeline geçilmesinden sonra ise sıra devlette tek kişilik yönetim tarzına geçiş fantezisinin gerçekleşmesine gelecekti. O da başarıldı.
Ama sonrası malum… İşler iyi gitmiyor, devlet yönetilemiyor, halk öfkeli. Bir iktidar değişikliği ihtimali her zamankinden daha güçlü artık. İktidarın seçmen tabanında ise hem erime var hem de kafa karışıklığı. Bu durumda dağılmanın önlenmesi için konsolidasyon hamlelerine ihtiyaç duyuluyor. Çünkü başka türlü bir siyaset yöntemi bilinmiyor. Gezi olayları benzeri bir ortamın yeniden ortaya çıkmasından başka bir çıkış yolu akla gelmiyor.
Yanlış, sorumsuzca ve tehlikeli bir düşünce ama kendi içinde tutarlı. Ne var ki “Büyük olaylar tarihte iki kere tekerrür eder”, demiş Marx. “İlkinde trajedi, ikincide komedi olarak…”