Geçen gün eski AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nu Medyascope TV’de Ruşen Çakır’ın programında dinledim. Yeneroğlu’nun eski partisini bugüne getiren problemler ve bu bağlamda yeni parti girişimleri üzerine söyledikleri önemli göründü bana. Eski partisinden uzun süren bir “iç mücadele” sonucunda olaylı bir şekilde ayrılmış olmasına rağmen bugünlerdeki yeni parti girişimlerinin içinde neden yer almadığına ilişkin soru üzerine Yeneroğlu’nun yeni partiler konusunda dile getirdiği uyarılar bu girişimlerin sorumlularına toplumun ve özellikle “AK Parti küskünleri”nin geçen 18 yılla ilgili hissiyatını anlamak konusunda yardımcı olabilir.
Yeni parti girişimlerini olumlu buluyor Yeneroğlu, sempatisini gizlemiyor ama son dönemde yapılan yanlışları tek bir kişiye ciro etmenin doğru olmayacağını, bu yanlışlar yapılırken yüksek sesle itiraz edememiş olanların da toplum tarafından “günaha ortak” görüldüklerini söylüyor. Dolayısıyla -kendisini de dahil ederek- eski AK Partili siyasetçilerin geçmişe dair bir özeleştiri vermeden yeni partilerle sahneye çıkmalarının toplumla sağlıklı bir iletişim kanalı kurulmasında ve siyasi vizyonun kamuoyuyla paylaşılmasında zorluk oluşturabileceğini düşünüyor.
Elbette Yeneroğlu’nun bu uyarıları “ne farkları var birbirinden” diyerek yeni girişimleri gölgelemeye yönelik tutumlardan farklı. Ancak önümüzdeki sürecin çizgisinin belirlenmesi açısından önemli olduğunu düşündüğüm bu uyarıların daha geniş bir zeminde ve daha ayrıntılı olarak tartışılmasında fayda var bence.
***
İlki “yanlış”ların teşhis ve detaylandırılması konusu. Yanlış derken ne kastediliyor? Bugün AK Parti iktidarlarına “içeriden yöneltilmiş olan” eleştirilere bakarsak birçok farklı hususta şikayetlerle karşılaşıyoruz. Kimileri artan yolsuzluğun, rüşvetin ve parayla birlikte gelen şımarıklığın altını çiziyor, kimileri hukuk ve adalet alanında hayal kırıklığı yaratan uygulamalara dikkat çekiyor, kimileri akraba kayırmacılığı ve liyakat ilkesinin yerine geçirilen sadakat kriterinin yol açtığı kötü yönetim veya yönetimde kalitesizleşme meselesine vurgu yapıyor, kimileri de iç politika hesapları uğruna dış politikada atılan tehlikeli adımlardan dem vuruyor.
Aslında bunların ayrı ayrı konular olmadığı, hepsinin de özü itibarıyla ahlaki duruşla ve bir zihniyet yapısının tezahürüyle ilgili problemler olduğu ortada.
Diğer yandan, özeleştiri meselesinin de açıklığa kavuşabilmesi için bütün bunların somut, elle tutulur şekilde masaya getirilmesi, adlı adınca konuşulması gerekiyor.
***
Siyasetçilerden özeleştiri beklemeye itirazım yok ama bütün günahı sadece siyasetçilerin sırtına yüklemek haksızlık olur, asıl problemin anlaşılmasını da zorlaştırır. Nasıl ki değerli milletvekilinin dediği gibi 18 yılın yanlışlarını bir kişiye ciro etmek doğru olmazsa bu yanlışları tek başına siyaset kadrolarına mal etmek de doğru olmaz. Çünkü siyasetçiler toplumdan mücerret bir sınıf değil.
En başta yanlışa yanlış demesi gerekenler, yani “aydın” zümresi vardır her toplumda. Aydın yalnızca okumuş, bilgili kişi değildir. Okuduklarını, bildiklerini kendine saklamayan kişidir. İnancını yüreğinde, fikrini zihninde tutmaz aydın. Bunların gereğini yapar. Bir yanlış gördüğünde ortaya çıkıp konuşur. Bu durumda kendi çıkarını, ailesinin veya mahallesinin çıkarını gözü görmez. Ne olursa olsun doğru bildiğini söylemekten geri durmaz, susmaz.
Şimdi... AK Parti Türkiye’deki muhafazakâr/dindar/İslamcı kesimlerin siyasi temsilcisi deniyor ya, bu kesimlerin aydını neredeydi bahsedilen “yanlış”lar yapılırken? Akademisyenler, sanatçılar, iş adamları, sivil toplum liderleri, hatta maneviyat önderleri... Yani toplumun seçkinleri. Yani bütün dünyada kendilerine “aydın sorumluluğu” atfedilen -ve çoğunlukla bu rolü gerçekten ifa eden- kişiler...
Sözkonusu mahallede ise bu zümrenin ezici çoğunluğu yapılanlarda bir yanlış görmüyorlar. Yapanlar “bizimkiler” olduğu için… Bir yanlış varsa bile, kol kırılır yen içinde kalır diyorlar. Tam olarak böyle düşünmeyenler de başıma bir şey gelmesin diyerek veya elimdeki nimetlerden olmayayım diyerek susuyor. Bu karakter “aydın karakteri” değil kuşkusuz. Ama toplumun seçkinleri bunlar. Çünkü bizim toplumsal yapımızın ürettiği bir mesele bu. Yalnızca belirli bir toplum kesiminin meselesi de değil. Öyle olsaydı işimiz çok daha kolay olurdu zaten. Aynı saksıdaki aynı toprakta yetişen bitkiler gibi aynı karakter özelliklerine sahip toplumun her kesimi. Sağcı-solcu, İslamcı-laik, milliyetçi-liberal diye ayrılmıyor yani. Hiçbir mahalle özgür, bağımsız ve cesur aydınlar yetiştirmekle övünebilecek durumda değil. Münferit örnekler elbette var ama istisnalar kuralı bozmuyorlar.
Galiba öncelikle bu mahrumiyetimizin sebeplerini tartışmamız gerekiyor.