Yaşadığımız toplumsal yarılmanın kolay giderilebilir olmadığını; iktidarın tek taraflı jestleriyle sonuç alınamayacağını söyleyenler haksız değil. Türkiye; sosyolojik, kültürel, ekonomik cepheleri olan derin bir siyasal dönüşüm geçiriyor. Bu tür süreçler, kazananlarla kaybedenler arasında uçurumlar yaratır.
Üstelik sorun sadece “içeriye” ait de değil. Küresel düzeyde bir “medeniyet-kimlik” çatışması algısı tırmanıyor. İslami kimlik Batı kamuoyunda sadece oryantalist küçümsemelerin öznesi değil artık. Aynı zamanda huzuruna kastetmiş; terör üreten bir tehdit kaynağı. İslami pencereden bakıldığında da, Batıyı ayrımcı, ikiyüzlü, adaletsiz bir dünya olarak görenlerin inandırıcılığı artıyor… Bu küresel konjonktürün, içeride yaşadığımız kimlik kavgasının şiddetine katkıda bulunduğu tartışmasız.
Fakat bütün bunlar, “normalleşmenin” zorluklarını gösterir; gereksizliğini veya imkânsızlığını değil.
***
Siyasetçi-aydın-medya ayaklarıyla muhalif siyasi söylemin sistematik olarak “anomali alarmları” vermek üzerine kurulu olduğu doğru. En sert, en uç kavramlarla; tarihte görülmemiş bir felakete gidildiğinin, baskı-yozlaşma-çürüme içinde dibe vurulduğunun, toplumca ağır bir beka sorunuyla yüz yüze olduğumuzun sürekli, yüksek sesle anons edilmesinin “siyasi strateji” mertebesine dönüştüğüne tanık oluyoruz. Tipik bir şeytanlaştırma, düşmanlaştırma dili bu.
Fakat, normalleşme algısına izin vermemekte kararlı bu “kaos/korku/nefret” üretiminin yöneltildiği sosyolojik kesimlere etki açısından, iktidarın çaresiz ya da sorumluluk dışı olduğunu söyleyemeyiz. İktidar izlediği politika ve söylemlerle bu stratejinin etki alanını daraltabileceği gibi tersine de yol açabilir.
Nitekim iktidar alanında her iki dinamiğin bir arada varlık bulduğu görülüyor. Bazen koşullara bağlı olarak, bazen de aktörlere göre değişebilen tutumlara tanık oluyoruz. Halil Berktay, serbestiyet.com sitesinde tarihte totaliter örneklere de başvurarak çok etkili, uyarıcı yazılar kaleme aldı (“‘Çizgi’ nedir? ‘Dar’ ve ‘geniş’ çizgiler neye yarar” 30.01.2016; “Aydınlar ve dar çizgiciler” 07.02.2016;) Daha sonra gelen şu iki yazı ise benim gözümde konuya ilişkin yazılmış en çarpıcı düşünceleri içeriyor: “Savunulamaz olanı savunmaya kalkmamak” 06.03.2016; “Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak” 11.03.2016). Aynı sitede, özel olarak kutuplaşma sorununu tartışan ve karşılıklı tarafların tutumunu hakkaniyetli bir gözle irdeleyip yapılması gerekenlere ilişkin gerçekçi öneriler sunan bir yazı da Fırat Erez’den geldi (Kutuplaşmaya Karşı. 16.04.2016 serbestiyet.com).
***
Normalleşme ile demokratikleşme arasında dolaysız bir bağ var. Tersi de tamamen geçerli şüphesiz: Söylemde ve devlet pratiğinde sertleşme/yasaklama/cezalandırma ile kutuplaşma arasındaki ilişki de şaşmaz biçimde doğrusal işliyor.
Ne zaman iktidar katında sorunları “toplumsal beka” tehdidi düzeyinde tanımlamak; muhalif unsurları düşmanlaştırmak; devlet şiddetini, yasakları, cezaları işletmeye yönelmek söz konusu oluyorsa, o zaman muhalif kaos/korku/nefret üretiminin müşterisi artıyor ve toplumsal kutuplaşma kendisini daha geniş alanda yeniden üretebilir oluyor.
İktidar, toplumsal yarılmayı kabul edilebilir; yeniden inşada taşınabilir sınırlara çekmek; meşruiyetini kendi destek sınırlarını aşan bir genişliğe kavuşturmak istiyorsa, yasaklayıcı-cezalandırıcı değil, özgürleştirici-demokratikleştirici çizgi izlemesi gerekir. Bu yapıldığı oranda muhalif stratejinin etki alanının daralacağı; “çöküş anonsçularının” inandırıcılık kaybına uğrayarak patolojik kimliklere dönüşeceği açıktır.
Özetle; normalleşmenin; toplum olabilmenin yolu, demokratikleşmeden, şiddetten arınmaktan, herkesin kendisini medeni yolla ifade edebilmesinden, aradaki korku ve nefret duvarlarının aşılabilmesinden geçiyor.
Klişe ama gerçek…