Davutoğlu’nun uzaklaştırılmasını gerektiren ciddi bir neden olmadığını; kendisine haksızlık yapıldığını söyleyenler var. Sözünü çok önemsediğim bazı aydınlardan da bu tür yol ayrımlarının siyasal yaşamda -özellikle Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu zorlu süreçte- olağan olduğuna; ancak MKYK’da imza toplanması ve hele “Pelikan Dosyası” gibi ürkütücü çirkinlikte yöntemlerin zehirli etkilerine dair yorumlar geldi.
Aynı zamanda bu tür açıklamalara, yaşananların sorumluluğunu Erdoğan üzerinden kariyer yapmaya odaklanmış niteliksiz bir “çevre” ye mal etme eğilimi eşlik ediyor.
Bu söylemlerde haklılık payı olabilir. Fakat sorunu böyle bir çerçeveye oturtarak tartışmanın, içerdiği doğruların yanı sıra -söyleyenin kastından bağımsız olarak- tehlikeleri de var kanımca.
Tasfiyeyi gerektiren bir neden olmadığına, ya da yol ayrımını doğal sayıp yöntemin kabul edilmezliğine ve bütün süreçlerde “çevre” etkisi aramaya odaklanan bir tartışmanın bizi “büyük resimden” kopartma riski taşıdığı kanısındayım.
***
Ben tanık olduğumuz yol ve yöntemlerin bir “lider toplumu” arayışı içinden anlamlandırılabileceğini düşünüyorum.
Ortadoğu’da oluşan konjonktür ve özellikle “Paralel darbe” girişimi ile birlikte, Türkiye’de iktidarın mutlak biçimde tek merkezde toplanması yönünde güçlü bir eğilim oluştu.
Yeni Anayasa ve “Türk Tipi Başkanlık” tartışmaları da, Davutoğlu’nun tasfiyesi de, bu perspektifin tezahürleridir.
“Muhafazakar demokrat” tanımının unutulmaya terk edilerek “yerli ve milli” kimliğin makbul ilan edilmesi; yeterince sorunlu değilmiş gibi “milli irade” kavramına bir de “organik lider” kavramının eklenmesi dikkat çekicidir.
Bunlar iktidarın meşruiyeti ile ilgili yeni kavramsallaştırmalardır.
Söylenen şudur: “Ülke büyük bir beka sorunuyla karşı karşıya. Bizi yok etmek isteyen düşmanların etkilerine kapalı; yerli ve milli aidiyeti tartışmasız; gücünü sadece toplumsal çoğunluktan alan; arada hiçbir sınırlayıcı, denetleyici kurumsal bir irade olmaksızın doğrudan organik bir parçası olduğu toplum adına irade kullanan bir liderle yürümeliyiz bu varlık yokluk kavgasında”.
Bu bakış açısında parlamento, Başbakanlık, kabine, Anayasa, yargı, medya ve elbette parti, liderin toplumla ilişkisinde gerektiğinde onu denetleyip dengeleyecek kurumlar değil; tek yönlü olarak onun toplumu yönetmesine, gücünü tahkim etmesine hizmet edecek yapılar olarak tasavvur edilmektedir. Olsa olsa istişari değer taşıyabilirler. Liderin iradesini sınırlayamazlar; sınırlamamalıdırlar. Çünkü lider zaten (bir bedenin eli, kolu, beyni gibi) toplumun doğrudan organik bir parçasıdır. Toplumsal çoğunluğun çıkarlarının dışına düşemez. Toplum -bir insan bedeninin kendi elini kolunu denetlediği gibi- liderini doğal yoldan denetler. Yaşadığımız deneyimler de göstermektedir ki diğer tüm kurumsal denetim alanları “düşmanın sızmasına” elverişli riskler barındırır!.. Evet, son yıllarda giderek artan dozda bu “ideoloji” topluma aktarılmaktadır.
Türkiye gibi bir ülkede bu tür faşizan düşüncelerin saha bulması şaşırtıcı değildir. Ancak, marjinal alandan çıkıp, giderek çoğunluğun kabulüne doğru yol kat etmesi tehlikenin büyüklüğüne işaret eder.
***
Kısacası Davutoğlu’nun tasfiyesi nedensiz ya da olağan değildi. Evet izlenen yöntem ürkütücüydü. Ama daha ürkütücü olan ise “lider toplumuna” gidişimize işaret etmesiydi.
Ve bu sadece “kifayetsiz kariyeristler” ile açıklanabilecek bir tehlike değil.
Erdoğan’a olan sevgisi yüzünden “mutlak iktidar”ın ne demek olduğunu düşünmeye bile değer bulmayacak; “Erdoğan gibi bir liderin mutlak iktidarına neden karşı çıkıyorsunuz” diye sorabilecek insanların hiç de az olmadığı bir ülke burası. Birçoğumuz için “demokrasi talebi” kitabi bir klişe hala.
Muhafazakâr dünya bu tehlike karşısında daha dikkatli ve daha cesur olmalıdır.
Çünkü bu ülkenin kaderini onlar ellerinde tutuyorlar…