“Türkiye’nin güneyinden üzücü haberler geliyor
Türkiye’nin kuzeyinden üzücü haberler geliyor
Türkiye’nin doğusundan üzücü haberler geliyor
Türkiye’nin batısından üzücü haberler geliyor
Türkiye giderek üzücü bir habere dönüyor…”
Aslı Serin / Birhan Keskin - anitsayac.com isimli şiirinden
Hakan Günday’ın yazdığı Şahsiyet isimli internet dizisi çıktığı dönemde çok ses getirmişti. Agâh Beyoğlu, dünyanın en marjinal seri katillerinden birisiydi sanırım. Yıllarca Kambura isimli hayali bir adada küçük bir adliyede çalışan Agâh Bey, gördüğü iğrenç dosyalara karşı hukuk yoluyla bir şey yapamayınca seri katil olmuştu. Dizinin final bölümüne gelen izleyiciler genelde bu seri katili çok haklı buluyordu ve destekliyordu. Adalet mekanizmasının işleyişini, ya da işleyemeyişini diyelim, öyle çıplak anlatıyordu ki çoğu seyircinin gözünde iyice kahramanlaşıyordu, yorumlardan anladığımız buydu.
Hakan Günday, çarpıklıkları çok iyi gösteren bir yazar. İç karartıyor çünkü gerçekleri bir tokat gibi vuruyor yüzümüze. 2017 tarihli Daha isimli filminde Suriyelilerin ülkemizde yaşadıkları adaletsizliği gösterirken de sızlatmıştı vicdanımızı. Suriyeliler hakkında yaptığımız ilk sinema çalışmasında böyle kötü bir karne almamız da on yıllar sonrasına bile kalacak bir utanç vesikası olacaktır. Şahsiyet dizisi de en az Daha filmi kadar utandırıyor bizi. Adamlar’ın şarkısını anmalıyız sanırım burada:
“Utan, utan! Utanmayan insan olur mu lan?
Altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan”
Şahsiyet’te olayların geçtiği Kambura, bir ada olarak çizildiğinde aklımıza ütopya-distopya örneği geliyordu. Dizinin ortalarında ise bunun bir distopya mı yoksa Türkiye mi olduğunu düşünmeye başlamıştık. Final bölümünde ise bildiğimiz en sert distopya Türkiye’ydi.
İzlediğimizde nakavt olduk fakat ölmedik. Bizi öldürmeyen yumruklara ihtiyacımız var. Büyük eksiklerimiz var, olmaması beklenemez zaten. Bunları birileri en sert şekilde söylemeli ki çözüm tartışılır olabilsin. Elbette Türkiye distopyadır diyerek öldüremeyeceğimiz birçok güzelliğe sahibiz fakat distopikleşen konularımızın da üzerine cesurca gitmeliyiz.
Bu konuların büyümesinin en büyük sebeplerinden birisi ise adalete güven meselesi. Türkiye’de adalete güven her geçen gün azalıyor, ekonomik veya siyasi nüfuzu olanın hukuki ayrıcalıklar taşıdığı düşünülüyor. İnsanlar, adalete ve devlete küsüyor. Bu da kendi adaletini sağlamaya itiyor. Nitekim cezaevinde öldürülen bunca failin tek açıklaması da bu. Yani içimizdeki Agâh Beyoğlu hızla büyüyor. İşte en tehlikelisi de bu.
Emine Bulut’un vahşice katledilmesinden sonra sosyal medyada bireysel silahlanma çağrısı bile gördük. Devlet, hukuku ne kadar sağlamlaştırırsa sağlamlaştırsın bunu kamuoyu vicdanına açıklayamadığında meşru görülmüyor. Mesela Emine Bulut’un katilinin neden idam edilemeyeceğini, en azından hukukun geriye dönük işlemeyeceği ilkesi ile, açıklamadıkça kanundaki en ağır cezayı alsa bile vatandaş memnun olmayacak. Elbette hukuk, vatandaşın talebiyle değil kanunlarla belirlenir fakat kamuoyu vicdanının hukuki bir kavram olduğunu da unutmamak gerekir. Bunun için elbette önerim “vatandaş istiyor, devlet assın” değil, “devlet neden asmadığını vatandaşa anlatsın”.
Konuyu sadece Adalet Bakanlığı işiymiş gibi görmüyorum. Bu, her alanda mücadele etmemiz gereken bir bela. Sadece cezaların artması ile suçların biteceğini iddia edecek kadar insan fıtratından, hukukun yapısından bihaber değilim. Bu büyük bir mesele olduğu için bu yazıda bir kısmına odaklanmaya çalışıyorum. Kadına şiddeti, şiddet başlığının içindeki diğer başlıklardan ayırıyorum. Ülkemizdeki hızlı yükselişinin dünya ortalamasının üstünde olduğunu kabul edip meseleyi “tüm dünyada yükselen bir veba” olarak görme yanılgısına düşmüyorum. Kadınların güvenebilecekleri bir devlete, adalete sahip olduklarında bu şiddetten bir nebze kurtulabileceklerini düşünüyorum. Adalete güveni yeniden tesis etmenin tüm şiddet çeşitlerine karşı en iyi yöntem olduğunu iddia ediyor ve bunu nasıl yapabileceğimizi bu yazıda tartışmaya çalışıyorum
Bunun için yapılması gereken en büyük şey de özellikle sosyal medyada büyük yankı bulan, kamuoyunun takip ettiği davalarda daha fazla geciktirmeden adaleti sağlamaktır. Rabia Naz ve Şule Çet davaları gözümüzün önünde koca bir imtihan olarak duruyor, önce bu imtihandan geçilmeli. Ayrıca hukukçuların da özellikle taciz-şiddet gibi konularda ivedi ve hassas davranmaları konusunda uyarılmaları gerekiyor. Bu sağlanmadığında başımıza gelebilecek sonuçlardan birini Rabia Çetin’in Euronews’te 24.08.19’da yaptığı haberde gördük. Habere göre, Emre Yıldır çocuklukta başlayan tecavüzden dolayı, ses kaydı gibi belgelerle avukatı aracılığıyla savcılığa suç duyurusunda bulunmasına rağmen tam 52 gün hiçbir dönüş alamamış. Bunun üzerine hukuki bir çözüm bulamayacağını düşünerek bunalıma girmiş ve sonunda intihar etmiş. 52 gün böyle bir dava için çok uzun bir süre. Emre Yıldır’ı adalete olan inancın eksikliği öldürmüştür en başta. Bunu bir an evvel çözmeliyiz ki bu tür vakalarda hukuk içinde bir çözüm bulabilelim.
Elbette hukuki olarak gelişim kazansak bile kırılan güveni tamir etmek zor olacaktır. İşte iş burada başlıyor. Devlet, okul ve televizyon gibi aygıtlarını kullanmalıdır. Askerlikte verilen aile eğitimi gibi eğitimler okullarda da verilebilir. 12 yıl zorunlu eğitimin olduğu bir ülkede şiddetin bu kadar hızlı artması anlaşılabilir bir şey değil. Eğitimde toplumsal sorunları çözmeye yönelik adımlar atmalıyız. Diğer büyük aracımız televizyon da bu konuda okula göre çok daha hızlı dönüş alabileceğimiz bir alan. Daha önce bu alanda çok başarılı çalışmalar da oldu. Mesela 2012 yılında TRT’de yayınlanan Böyle Bitmesin isimli dizi Aile Bakanlığımızın müthiş bir projesiydi. Proje, artan boşanmalara karşı yapılmıştı. Şiddet gibi durumların olmadığı, daha çok yeşilçamdan bildiğimiz “turşu suyu kavgası” gibi kavgalarda uzlaştırıcı olup seyirciye bol bol aile sevgisini anlatıyordu. Yine TRT’de yayınlanan Beni Böyle Sev isimli dizi de üniversitede evliliğin teşvik edilmesi anlamında güzel bir örnekti. Şimdi hukuka yeniden güveni tesis etmek için bir yandan gerekli hukuki düzenlemeleri yaparken bir yandan da bu tarz çalışmalara da ihtiyacımız var.
Konu televizyona gelmişken kadına şiddetin televizyon dizileriyle pompalandığı ve bu yüzden sansür uygulanması gerektiği fikrini de konuşmak gerekir. 2019 yılında devletin herhangi bir şeyi sansürleyebileceğini düşünmek bir tür geç kalmışlıktır. Dünya değişiyor, sanal bir şeyi engellemek henüz mümkün değil. Twitter kapatıldı, Youtube kapatıldı, Wikipedia kapatıldı bu ülkede. Hangisinde başarılı olundu ? Hepsine de çok ufak ayar değişikliği ile girildi. Televizyonların da “akıllı” olduğu bir çağda böyle bir sansür mümkün değildir. Alkolün ve sigaranın buğulanarak sansürlenmesinin ne kadar komik durduğunu biliyoruz.Yasaklama başarılı olsa bile zaten yasağın çözüm olmadığını tecrübe edeceğiz. Çözüm yasaklamak, sansürlemek değildir. Sanatçıların bu dizilerin bir parçası olmayı red edebilecek kadar sanatçı olabildiği gün tam anlamıyla çözeriz sorunu. O zamana kadar tek çözüm yolu sosyal tepkidir. Bu diziler de en nihayetinde sermaye ürünü ve arz-talep dengesiyle işliyor. Bu kanalların, bu oyuncuların, yapım şirketlerinin tümünü kapsayan boykotlar bu kötülüğün sonunu getirir. Bunu da devlet değil STK’lar yapar.
Peki biz herhangi bir şeyi boykot edebilir miyiz?
Konuyu çok dağıtacak olsam da içimde kırgınlıklar biriktiren bu soruyu kendimce cevaplayıp öyle bitirmek isterim.
Bir kadının vahşice ölümünün ardından bile ortak bir ses veremedik. “Masum değiliz hiçbirimiz” diyebilirdik, çözüm arayabilirdik fakat henüz olay sıcacıkken saldırmaya başladık. “Emine Bulut’u siz öldürdünüz ey sağcılar, hayır siz yaptınız solcular; istanbul sözleşmesini savunanlar yüzünden oldu, hayır karşı çıkanlar yüzünden oldu. Şucular da katildir, bucular gerçek faildir.”
Hiç kimseye fikri yüzünden katil denilemez ama şu ideoloji, bu yaklaşım şiddeti besliyor gibi analizlerin hepsi yapılabilir elbette. Gelenek eleştirilebilir, sekülerizm eleştirilebilir. İstanbul Sözleşmesi tekrar gündem olabilir. Fakat bu geleneğin kabul etmemiz gereken bir erdemi var: “Cenaze evinde çok konuşulmaz.” Bu tartışmalar ertesi günün konularıdır. O dehşet video internete düşeli daha bir saat olmamış, izleyenin içi paramparça oluyor ve hemen ardından ideolojik görüşü sebebiyle katil ilan ediliyor. Böyle bir ortamda bizim bir boykot yapma ihtimalimiz de yok. Herhangi bir konuda tek ses verebileceğimiz bir günü göreceğime dair inancım iyice sarsıldı bu olayla. İşte bunlar da aslında hep kültür-sanat çerçevesinde tartışmamız gereken konular. Haftaya da belki buradan devam ederiz.