Arap baharı Suriye’de tıkandı çünkü Suriye’de Türkiye ile Amerika’nın Orta Doğu‘ya bakışı farklılaştı. Suriye’de onun için yıllardan beri devam eden bir iç savaş var.
Türkiye ile Amerika’nın Mısır’da da politikaları farklılaştı bu sebeple.
Ve şimdi Tunus’ta bu farklılaşma yeni bir safhaya bürünmüş oluyor.
Türkiye 1997’de bir 28 Şubat süreci yaşadı, bu sürecin ben -İslam çok oldu gerekçesine dayandırıldığını- yazdım o zaman. Uluslararası güç odakları ve onların Türkiye’deki uzantıları -Türkiye’deki İslam’ın siyaset alanında, ekonomide, bürokraside, dış politikada çok olduğu- kanaatindeydiler ve bunun önlenmesi için asker - siyasetçi işbirliği ile bir süreç başlatıldı. Burada Cumhurbaşkanı Demirel önemli bir rol oynadı.
28 Şubat sürecinden sonra Ak Parti Refah’tan farklı bir politika izleyeceği vaadiyle siyaset sahnesine girdi. Amerika’ya gidildi, Avrupa’ya gidildi ve Refah’tan farklı bir dış politika okuması, Orta Doğu okuması üzerinde duruldu, Ve bu çerçevede Arap Baharı süreci ile Orta Doğu’ya, yani İslam dünyasına Ak Parti formatında yeni bir siyaset dili getirilebileceği konusunda uluslararası bir zemin oluştu. Demokrasi gelecek, hukuk devleti oluşturulacak, kadın hakları öncelenecek ve diktatörlükler devrilecek… Böyle bir zımni ortak payda oluştu Ameriika ve Avrupa ile.
Ancak zaman içerisinde Arap Baharı kuzey Afrika’dan başlamak üzere Arap İslam toplumlarında Siyasal İslam’ın iktidara geleceği gibi bir sonuca doğru yürüdü. Bunun adı -İhvan İktidarı-ydı. Ak Parti bu dönemde Mısır’a, Tunus’a giderek -laiklik üzerinde duyarlı olunması- telkinlerinde bulundu. Bunun amacı Batı dünyasına -Demokrat bir İslami siyaset güvencesi- vermekti, ancak Mısır’da İhvan’ın iktidara gelmesi ardından Amerika Suriye’de işin kendi hesaplarına uyan biçimde gitmediği değerlendirmesini yaptı ve Suriye’yihiç savaş ortamına terk etti. Bu arada işin içine Rusya da girmişti. Bundan sonra Amerika’nın Türkiye ile ilişkilerinin önceden öngörülenin çok dışında geliştiğini görmekteyiz; bir gard alma durumu söz konusu Amerika tarafından. Ve bundan sonra Amerika’nın bölgedeki müttefiklerini Türkiye’ye karşı aynı gard alma pozisyonuna sevk ettiğini, bu arada Kürt sorununda da farklılaşmalar içine girildiğini görmekteyiz. O zamandan bugüne Orta Doğu‘da Türkiye’nin yalnızlaşması istikametinde bir politikayı geliştiriyor Amerika; burada Suudi Arabistan’ı, Mursi’nin devrilmesinden sonra Mısır’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’ni ve körfez ülkelerini Türkiye karşıtı pozisyonda bir araya getiriyor. Bu arada İsrail bu cepheyi besliyor.
Tunus meselesine buradan bakıldığında Türkiye‘ye karşı yeni bir gard alma durumunun ortaya çıktığını görmekteyiz. Aslında Libya olayında Türkiye’nin pozisyonu hem Amerika hem Avrupa hem de bölgedeki ülkeler tarafından problem olarak görülmekteydi. Türkiye’nin Serrac yönetimine askeri destek vermesi tepkilere yol açmaktaydı. Tunus’ta meydana gelen hadise bu ülkede Türkiye’nin partneri gibi görülen Nahda hareketinin ve onun lideri Gannuşi’nin devre dışı bırakılması operasyonu niteliği arz etmektedir.
Cumhurbaşkanı Kays Sait darbe diye nitelenen operasyonuyla anayasadan kaynaklandığını ifade etmesine rağmen hem Meclisi hem hükümeti devre dışı bırakıp yönetime el koymak suretiyle Tunus’u olağanüstü bir sürece sokmuş bulunuyor. Kays Sait bu eylemiyle yakında ziyaret ettiği Paris’i mutlu etmiş olmalı. Kays Said’in hamlesine Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri destek vermiş bulunuyorlar. Bu fotoğraf Amerika’nın ve İsrail‘in sevdiği bir fotoğraftır. Türkiye olayı darbe olarak nitelemiş bulunuyor. Aslında Nahda hareketi ve lider Gannuşi Tunus’ta oldukça iletişime açık, demokrat bir tavır sergilemeyi tercih etti. Mısır örneğinden ders aldığı gibi bir izlenim ortaya çıktı, ancak Gannuşi’nin bu çizgisine bile uluslararası projenin Orta Doğu ayağında yer olmadığı kanaatini uyandırıyor.
Türkiye’den Tunus okunduğunda Türkiye’nin bölgede bir dost ayağının daha devredışı bırakıldığı gibi bir sonuca varmak mümkün. Bu durumda Libya’daki Türkiye varlığı da zora girebilir.
Anlaşıldığı kadarıyla uluslararası sistem 28 Şubat mantığını devam ettiriyor ve o zaman Refah iktidarına karşı olduğu gibi şimdi de Tayyip Erdoğan iktidarına karşı aynı değerlendirmeyi yapıyor. Anlaşıldığı kadarıyla uluslararası sistemin Orta Doğu‘da ve İslam coğrafyasında İslam’ın ne kadar olacağına dair standartları var ve o standartlar aşıldığında operasyonlar farklı biçimlerde devreye giriyor. Bunun için adı İslam ülkesi olan ülkeleri devreye sokabiliyorlar. Herhangi bir İslam ülkesinde uygun aktörler bulabiliyorlar ve -Yalnızlaştırma politikası- bir biçimde devreye giriyor.
Tunus’taki darbeden sonra Türkiye durumu yeniden değerlendirecektir. Görüldüğü gibi dünyada tek başımıza değiliz Ve farklı güç kombinasyonları içerisinde ilerlenebiliyor. O zaman bir anlamda her adımda güç değerlendirmesi yapmak kaçınılmaz hale geliyor. Aksi halde istemediğimiz bir takım kuşatmalarla karşı karşıya kalabiliyoruz.
Tunus hadisesi ibret verici bir olaya dönüşmüş bulunuyor. Suriye henüz çözülmüş değil değil. Suriye’de kurumlaşmakta olan Kürt yapılanması nereye doğru evrilecek bilinemiyor. Mısır’la Sisi yönetimine tavır alındığından bu yana yeni adımlar atmak zorunluluğu hissediyoruz. Tunus’ta Kays Sait hamlesini darbe olarak niteledik, bundan sonraki süreçte Türkiye’nin Tunus‘la ilişkisi Mısır’la ilişkisine mi benzeyecek yoksa Mısır tecrübesinden sonra Tunus‘la daha farklı bir ilişki oluşturabilecek miyiz, bunlar önemli sorulor. Çünkü çünkü Tunus olayı Kuzey Afrika’daki diğer ülkeler nezdinde de bir Türkiye duyarlılığına yol açabilecek nitelikte gözüküyor. İstemesekte bu ülkelerin geçmişte Avrupa ülkeleriyle özellikle Fransa ile irtibatları hala belli ölçüde ilişkileri etkiliyor.
Son söz olarak şu söylenebilir: Gerçekten dünyada yalnız değiliz ve dış politika güç dengelerine göre oluşuyor. Aradan uzunca zamanlar geçtikten sonra devreye sokulan telafi mekanizmaları çoğu zaman istediğimiz kıvamda sonuçlar vermeyebiliyor.