Bunlar Sufi camiasının kavramları.
Şeyh, yolun önderi. Tarikatın lideri. Diğer ifadeyle mürşid. (Yol gösterici, uyarıcı, aydınlatıcı.)
Sufi muhitlerde bir de “Şeyh geçinen, sahte şeyh” anlamına gelen “müteşeyyih” tanımlaması var.
Tarikat “yol” anlamına geliyor. Seyr ü sülük ise, tarikat bünyesine girip, bir yolda ilerlemek anlamına.
Kişi bir şeyhe “intisab” ediyor, bağlanıyor, bir anlamda şeyhin rehberliğinde bir yürüyüşe karar veriyor. İntisab kararına varırken, şuna inanıyor, şeyh bu yolu yürümüş, bu yolun risklerini bilen, yokuşunu – inişini, dağını - tepesini bilen, insanı bilen, tanıyan, insanın ruh kıvrımlarından haberdar olan bir insan, onunla yürürsem bunları kolay aşarım ve menzil-i maksuduma, yani hedefime ulaşırım, diye düşünüyor.
Neden böyle bir yol? Hedef ne?
Tasavvufi literatürde hedefin “vüsul” olduğu ifade ediliyor. “Vüsul” kavuşmak demek. “Allah’a kavuşan” anlamına “Vasıl-ı illallah” ifadesi de var bu noktada. “Allah’a kavuşmak” ne demek bu dünyada? Bu nokta biraz derin, biraz mübhem.
Ancak daha rasyonel boyutta bir hedef var: “Kalb eğitimi.” İnsanda fizik anlamdaki kalbden öte, kişilik merkezi diye kabul edilen bir “kalb” var. Kur’an’da, Hazreti Peygamber aleyhisselamın hadislerinde bu anlamda kalb geçiyor. Mü’minler için “Kalbler ancak Allah zikriyle doyar” şeklindeki ayetten yola çıkarak bir “kalb doyması” ve bunun için “zikir” gündemi oluşuyor. Yolculuk sonunda kişi yine Kur’an’ın bildirmesiyle “Nerede olursa olsun Allah’ın kendisi ile birlikte olduğu” bilinciyle donanıyor.
Kalb âlemi, ele avuca sığmaz, psikolojik olayların yaşandığı bir âlem. İnsanlar nasıl psikolojik sorunlarını halletmek için bir psikiyatriste, psikoloğa ihtiyaç duyuyorlarsa, “kalb yolculuğu” denebilecek tasavvufi yolculuk için de bir rehbere ihtiyaç duyuyorlar. Vakıa bu. Şeyh ya da mürşid burada devreye giriyor.
Benim yaklaşımım şu: Adı tasavvuf olsun olmasın herkesin bir “kalb davası” olmalıdır. Dini bir alaka olmasa bile insanın kalb ya da ruh alanı diye bir dünyası vardır. Orasının sıhhatli olması önemlidir.
Ama pek çok insan, bu ihtiyacı bir “yapı”nın içinde bulunarak gidermeye yöneliyor. İslam dünyasında da var bu, başka inanç dünyalarında da.
Doğru düzgün şeyhler de var bu âlemde, bu alanın istismarcılarının oluşması da çok normal.
“Din – maneviyat üzerinden geçinmek” her dönemde olmuş.
Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün bir uyarısı var: “Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.” (Tirmizî, Zühd, 43)
Sufi camiada seyr ü sülûkta insandan en son çıkacak kötü huyun “riyaset tutkusu – baş olma sevdası” olduğu ifade edilir.
“Hep mürid mi kalacağız?” söylemi, kalb yolculuğunda zihni bulanıp, statü edinmeye meyillenenlerin dünyasını anlatır.
Bir şeyhin vefatının ardından hemen her tarikatta bir “Yeni şeyh” sarsıntısı yaşanır, birçok kişi eski şeyhten bir “işaret”le “görevin kendisinde olduğu” iddiasıyla meydana çıkar. Çok çok mahviyet (kendini yok farz etme) sahibi insanın birdenbire “Niye ben değil de o?” tutkuları ile hareketlendiği görülür.
Statü saplantısı. Normalde seyrü sülük, “Nefsin - Egonun dizginlenmesi” amacını taşır, çünkü hayatta birçok sapma, Nefs - Ego kaynaklıdır.
Ama Kur’an “Nefsten emin olmamayı” da öğütler. Çünkü “Nefs çok çok kötülüğü telkin eder.”
Peki bir Peygamber’in (Hazreti Yusuf) sakındığı zaaf, herhangi bir insan söz konusu olduğunda nasıl dizginsiz bırakılabilir?
Maalesef bu alan bizde de bütün dünyada da dizginsiz bırakılan bir alan durumundadır.
Dünyada da arkasına yüzbinlerce insanı takan şarlatanlar var, bizde de…
Ve ne yazık ki, bağlananların adeta basiretleri de bağlanıyor. En bariz sapmalar için dinden izahlar üretiliyor. Şarlatanlar kendilerini de ateşe sürüklüyor, bağlılarını da…
Hazreti Peygamber “mü’minin basiretinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” diye uyarıyor. Demek ki müteşeyyihlerin peşinden gidenler kendi bakış kalitelerine bakacaklar.
Bu iş her halü karda riskli bir iş. Şeyh her daim kendi kalbine bakacak, mürid her daim kendi kalbine bakacak.
***
Bu noktada sevindirici bir gelişme oldu. Birçok tasavvufi ekol yanında Diyanet ve İlahiyat camiası da kamuoyuna yaptıkları açıklamada hem doğru tasavvufi çizgide bulunmanın önemine işaret ettiler hem de sapkınlığa karşı tavır alıp toplumu uyardılar. Bu hiç kuşkusuz iyi bir gelişmedir.
İşin kriminolojik boyutu ise, devletin güvenlik güçlerini ve yargısını ilgilendiriyor. “Siyaseten kullanışlı” yapıların “Siyaseti kullanma” hesaplarına imkân ve fırsat tanımamak hassasiyetiyle…